MURAT AKSOY / HABERDAR
NEDEN GİDİYORLAR? NEDEN DÖNMÜYORLAR (7. BÖLÜM)
Ümit Kurt (Harvard Üniversistesi’nde Post-Doc Araştırmacısı, Amerika)
Keele Üniversitesi’den doktarasını yeni bitiren aşamasında olan Ümit Kurt, Türkiye’de Kemalizm’den daha ciddi bir siyasi İslam sorunu olduğunu söyledi. Bu anlayışın geçmişe rövanşizmle bakan bir siyasal anlayış olduğunu ifade eden Kurt, “Prensip olarak Türkiye‘ye gelmek istemiyorum. Türkiye’de ders vermek istemiyorum. Türkiye’de herhangi biriyle, herhangi bir şey tartışabileceğim
Kısaca kendini tanıtır mısınız?
11 Ağustos 1984 Gaziantep doğumluyum. Lise son sınıfa kadar Gaziantep’te yaşadım. Alt-orta sınıf bir aileden geliyorum. Ortaokulu, bir devlet okulunda okudum. Liseyi Gaziantep’te Amerikan Koleji’nde burslu okudum. Bu okul, Atatürkçü-Kemalist, ilin kalburüstü ailelerinin çocuklarının eğitim gördüğü bir okuldu. Üniversiteyi ODTÜ’de, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi’nde okudum.
Mezun olduktan sonra araştırmacı olarak İngiltere’nin Keele Üniversitesi’nde kısa bir süre bulundum. Daha sonra Sabancı Üniversitesi’nde burslu olarak yüksek lisansa başladım. Yüksek lisans AB eksenli bir program olmasına rağmen ben tarihe evrildim. Tarih bölümünden ders almaya çalıştım. Tarih bölümündeki hocalarla daha çok teşriki mesaim oldu. Halil Berktay da o dönemde tanıştığım isimlerden biri. Kendisinin entelektüel ve akademik yaşamıma katkısı epeyce fazla oldu. Bugünlere gelmemde kendisi benim için ufuk açıcı oldu. Sonraki dönemlerde okumalarımda, yazılarımda, entelektüel olarak bir şeyler üretmemde katkısı büyük oldu.
Sonra…
Yüksek lisansımı bitirdikten sonra Boğaziçi Üniversitesi’nde Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünde doktoraya başladım. Ancak her zaman yurt dışına gitmeyi düşündüğüm için kısa bir süre sonra oradan da ayrıldım.
BOĞAZİÇİ’NDE DOKTORAMI BIRAKIP ABD’YE GİTTİM
Neden yurtdışına çıkmak istedin?
Ben iyi bir akademisyen olmak istiyorum ve bunun için en iyi ülkenin Amerika olduğunu düşündüm. Çalışma disiplini, doktora programlarının zenginliği, öğrenciye katkısı ve en önemlisi de Türkiye’deki gibi ast-üst ilişkisinin olmaması, size akademisyen adayı olarak değer vermeleri, düşüncelerinize, fikirlerinize önem verildiği, yazdıklarınızın okunduğu, geliştirildiği ve geri dönüş alabildiğiniz bir akademik dünya açısından Amerika’yı hep istedim.
Boğaziçi’nde doktoraya devam ederken, Amerika’ya başvurular yaptım. 2008-2009 döneminde Amerika’da yaşanan ekonomik kriz nedeniyle iki-üç sene burs bulamadım. Boğaziçi Üniversitesi’nde tezimi yarıladığım dönemde Gaziantep’te açılan Zirve Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak ders verdim. 2010 yılında başvurularımdan ikisine kabul geldi ve ben Clark Üniversitesi’nde Tarih bölümünde doktoraya başladım.
Siyaset Bilimi’nden Tarih’e geçişin özel bir nedeni var mı?
Benim Boğaziçi’nde çalıştığım konu Türkiye’de sivil-asker ilişkileriydi. Özellikle AKP’nin ilk iki iktidar döneminde Türkiye’de silahlı kuvvetlerin demokratik kontrolü ve sivil otoritenin kontrolü altına alınmasına odaklanmıştım. 2004-2007 arasında Türkiye demokrasisinin konsolidasyonu İspanya ve Yunanistan örnekleri ile karşılaştırılmasıydı. Çok ilgi duyduğum bir konu değildi. Tarih okumaları yapmaya çok daha yatkındım. Hayatımı değiştiren en önemli şey Taner Akçam’ın “Ermeni Meselesi Hallolunmuştur” kitabına Ömer Laçiner’in yazdığı önsözdeki bir kaç cümle oldu.
Neydi o cümleler?
Laçiner, önsözde Ermeni katliamının ekonomik temelinden bahsediyordu. Yani Ermenilere ait malların, mülklerin, mal varlıklarının bu kıyıma iştirak eden sıradan insanlara, yerel elitlere ve eşrafa devredilmesi üzerine çok derine girmeyen bir analiz vardı. Bu kısa analiz beni çok etkiledi. Çünkü böylesine büyük bir katliamın sadece merkezi yönetim tarafından gerçekleşmesi mümkün değildi, bu kadar kolay olması benim aklıma yatmıyordu. Ki doktoramı da bu konu eksenine kaydırdım. Ve Taner Akçam ile tanıştım. Bana çok katkısı oldu.
Doktora tezinin konusu ne tam olarak?
Gaziantep Ermenilerinin tarihini çalışıyorum. Spesifik olarak çalıştığım tarihsel periyot ise 19. yüzyılın üçüncü ve 20. yüzyılın ikinci çeyreği yani 1880’lerden 1920’nin sonuna kadar uzanan dönem. Bu dönemde Ermenilerle Müslümanlar arasındaki ilişkiye, “Ermeniler Müslümanları kesmiş, Müslümanlarda Ermenileri kesmiş” gibi yaklaşmadım. Aynı bölgede, yani Anadolu’da, özellikle Doğu Anadolu’da Ermenilerin yoğun yaşadığı vilayetlerin içerisinde Ermenilerle Müslümanların komşu gibi yaşadığı bir bölgede ne oldu da iki tane farklı etnik, dini kökenden gelen cemaat birbirine girdi? Sorduğum soru bu.
Müslüman ve Ermeniler arasındaki ilişkiler ve 1915 Tehciri, 1915-18 arası tehcir döneminde Ermenilerin taşınır ve taşınmaz mallarının nasıl el değiştirdiği gibi konular. Çünkü bu dönemde Ermenilerin tehcir edildiklerde yerlerde Ermenilere ait mal varlıkları el değiştirdi ve yeni bir zengin sınıf, ilk kapitalist sınıf temayüz etti. Bu konuları araştırmak için Ermenice ve Fransızca öğrendim, Osmanlıcayı da bir hayli ilerlettim.
ÜNİVERSİTEDE BEYNİMİ BOŞ ŞEYLERLE DOLDURDUM
Kendini siyasal olarak nasıl tanımlıyorsunuz?
Üniversitedeyken daha çok örgütlü sol siyasetin içerisinde yer aldım. Öncesinde siyaseten çok fazla aktif biri değildim. Üniversiteye geldiğimde siyasi kültürel ortamın da etkisiyle kendimi sol çevrenin içinde buldum. ODTÜ’de birçok sol fraksiyon var. Orada kendimi ÖDP’ye daha yakın buldum. ÖDP, Devrimci Yol çizgisini takip ediyordu. O ara sol literatür üzerine ne varsa okudum ben de. Beynimi boş şeylerle doldurdum yani açıkçası. Siyaset yapmanın dışında aktif olarak çalışıyordum. Bildiriler dağıtma, toplantılara gitme, Birgün gazetesinde aktif olarak çalışmaya başladım.
Hangi yıllar arasında?
Bunlar 2003-2006’da arasında oldu. İngiltere’ye gittikten sonra bambaşka bir insan olarak döndüm Türkiye’ye. Sadece altı ay içinde. Avrupa’ya gittim ve değiştim, öyle bir şey yok. Orada tanıştığım birisi benim siyasi düşüncemi değiştirdi.
Kim?
Oğuz Dilek. O zaman Keele Üniversitesi’ndeydi. Şimdi Zirve Üniversitesi’nde çalışıyor. Kendisi düşüncelerimi oldukça etkiledi, dogmalarımı bertaraf etti. Çünkü ODTÜ’de ciddi anlamda Ortodoks bir Marksist olduğumu söyleyebilirim.
İngiltere’den döndükten sonra yani 2006’da kendi arkadaşlarım, sol çevremden dışlandım. İzole edildim. Çünkü, onların gözünde “liberal” olmuştum artık. Belli konularda tavırlarını çok fazla eleştiriyordum. Eleştirilerim çok fazla kafalarına yatmıyordu. Beni revizyonist, liboş, oportünist hatta dönek olmakla suçladılar. Böylece ODTÜ’deki sol ortamdan dışlandım.
MARKSİZİMDEN ELEŞTİREL DÜŞÜNCEYE KAYDIM
İngiltere’den döndükten sonra kendini siyasi olarak nasıl tanımladın?
Pozisyonumu tamamen kritik düşünce olarak tanımlayabilirim. Bir meseleyi muhakeme ve analiz ederek, başka konularla olan bağlantılarını ve rabıtalarını kurarak düşünmeye çalışmak. İngiltere öncesinde Max Weber bir “liboştu” bizim için. Weber’in liberalizmle ne alakası var? Adam sırf, toplumların birbiriyle olan ilişkilerini, statü kavramıyla açıklıyor diye liberal olabilir mi? Dahası okulda hocalarımızın bir kısmı da Weber’i böyle okuyordu. İşin trajikomik tarafı buydu.
ODTÜ’de?
Evet, bazı hocalarım gerçekten bu düşüncedeydi. Sonradan düşündüğümde bu beni şok etmişti. Biz bir ideolojiyi diğer ideolojilerin üstüne koyuyorduk. Yani kendi ideolojimiz eleştiriden azadeydi. İngiltere’deki kısa dönemde çok şey öğrendim. Kütüphanede kitap okumayı, kütüphanede araştırma yapmayı öğrendim, tanıdım.
ODTÜ’de, Boğaziçi’nde bilmiyor muydun bunları?
Hayır. Çünkü biz ODTÜ’deyken zaten her şeyi biliyorduk. Hegel’i en iyi biz biliriz, Marx’ı da biliriz. Gramsci zaten bizden sorulur. Althsser yapısalcı, onu geç zaten vs. Ve bunun ekmeğini yiyorduk, onu söylemeliyim. Böyle rezalet bir ortam. Şimdi böyle bir ortamda nasıl eleştirel düşünce gelişsin, nasıl başka bir fikre insan kulak versin?
Kısaca okumuyorduk aslında, hiç okumuyorduk. Ben okuduğumuzu zannediyordum ama okumuyorduk. İngiltere’de Oğuz Dilek, ODTÜ’de de siyasi düşünce dersi veren Cem Deveci ve daha sonra Halil Berktay benim entelektüel, akademik eğitimimde, hafıza geçmişimde, bagajımda etkili olmuş üç önemli isimdir.
Bugüne geldiğinde kendini nasıl tanımlıyorsun?
Bu aralar bunu çok sık düşünmeye başladım. Geçtiğimiz günlerde bir toplantı vardı. Ben bir sunum yaptım. Konusu da “Türkiye neden Ermeni Soykırımı’nı inkâr ediyor?” üzerineydi. Sunum çok etkili oldu. Televizyonlar, gazeteler baya ilgi gösterdiler.
KENDİMİ HİÇ ZAMAN ‘TÜRK’ HİSSETMEDİM
Neden?
Sunumu izleyen bir kadın beni bir kenara çekti ve; “Sen nasıl sana empoze edilen fikirlerle mücadele ettin, onları nasıl değiştirdin?” diye sordu. Sanırım Türk olduğum için Ermeni soykırımı konusunda Türkiye tezlerini savunmam bekleniyordu. Hayatımda hiçbir zaman bir etnisiteye, ırka, ulusa bağlılık duymadım. Ben bir bilim insanı olarak karşımdaki olgulardan hareketle olan biteni anlamaya çalışan biriyim. Kendimi bildim bileli hiçbir zaman “Türk” gibi hissetmedim. Hiçbir zaman Türklüğümle ilgili bir övüncüm ya da eleştirim olmadı. Türklüğün diğer etnik kimliklerden farklı olduğunu düşünmüyorum.
Türkiye’yi hangi araçlarla izliyorsunuz, takip ediyorsunuz?
Türkiye’yi çok sık izlemiyorum onu söyleyeyim. Çünkü artık ne olup, bittiğini açıkçası merak etmiyorum. Takip ettiğim zamanlardaysa gazeteleri internetten izliyorum ama sadece spotlarını okuyorum. Onun dışında New York Times’ı, Guardian’ı takip ediyorum. Türkiye üzerine bir şey okuyacaksam İngilizce okumaya gayret gösteriyorum.
SIRTIMIZDAKİ YÜK BİZİ TAİP EDİYOR
Türkiye’yi konuşalım biraz isterseniz. Amerika’dan baktığınızda ne düşünüyorsun Türkiye hakkında?
Türkiye’de olan bitene, sahip olduğum tarihçi formasyonumdan dolayı, biraz daha tarihselleştirerek bakmaya çalışıyorum. Olayların arka planını, geçmişini, bu olayların nereden beslendiğine, kökünün nereden çıktığına bakmaya çalışıyorum. Gördüğüm şu: Sırtımızda tarihin ağır bir yükü var ve o bizi takip ediyor.
Nedir tarihin ağır yükü?
Tarihin ağır yükünden kastım, imparatorluktan ulus-devlete geçiş sürecinde yapılan yanlışların yarattığı sonuçlar. Türkiye’de olanlar, özellikle yaşanan bölünme bu eksende yaşanıyor.
TÜRKİYE’DE CİDDİ BİR SİYASİ İSLAM SORUNU VAR
Hangi bölünme?
Türkiye’de farklı toplumsal kesimler arasında yaşanan kamplaşma ve ayrışma. Elbette bu süreçte siyasetin kutuplaştırıcı dilinin etkisi olsa da; bu ayrışmayı besleyen asıl neden bence tarihsel yük. Her toplumda farklı kültürel, dinsel, etnik farklılıklar olması normaldir. Ama bu farklılıkların ortak bazı asgari müşterekleri, ortak paydalar vardır. O paydalar etrafında bir araya gelirsin, toplum sözleşmesi de budur zaten. Türkiye, toplumsal sözleşmenin çok uzağında. AKP iktidar döneminde geçmişte Kemalizm’e bu kadar çok yüklendiğim için kendimi eleştirme noktasına geldim. Geçmişte birçok sorunun kökeninde Kemalizm’i sorumlu tutmuş ve onu günah keçisi gibi görmüşüm. Bunu geçmiş dönemdeki yazılarımdan görüyorum.
Oysa bugün gördüğüm şu; Türkiye’nin çok ciddi bir siyasi İslam sorunu var. Ve şu anda geçmişe rövanşizmle bakan bir siyasal anlayış var. Bu bence Kemalizm’den daha tehlikeli.
Neden?
Ben Türkiye’de bugün yaşanan sorunların, toplumdaki ayrışmanın, kutuplaşmanın, bu intikam duygusunun arkasında Kemalizm’in olduğunu düşünmüyorum. Bu Freneştaynı Kemalizm yaratmadı. Sorunlarımız tarihin derinliklerinde yatıyor. Elbette Kemalizm’in de vebali var, hataları oldu. Tek parti dönemi uygulamaları, darbeler ve 28 Şubat süreci vs.
Ama ne olursa olsun Kemalizm, ülkenin kurucu ideolojisi. Bu ideoloji sonuçta modern bir şey. Ve bunun Türkiye için ne kadar önemli olduğunu AKP iktidarı ve pratikleri ile daha iyi gördük.
Böyle düşünenler artıyor…
Pek çok insan Belki de, bugün yaşananları yaşamamız gerekiyor. Bu kutuplaşma sonrasında yaşanacaklardan sonra Türkiye’de bazı şeyleri yeniden kurmak zorunda kalabiliriz. Normalleşmenin yolu belki buradan geçiyor.
Bugün Müslüman, muhafazakâr bir hükümet 14 yıldır iktidarda. Peki “Türkiye’nin temel sorunları neler?” sorusunu kendime sorduğumda şu cevabı veriyorum. Türkiye’nin en büyük problemi, asgari bir ahlaki kodunun kalmaması. Elimizde ahlaki hiçbir referans kalmadı. Bir Müslüman, muhafazakâr iktidar hırsızlığı ahlaken nasıl meşrulaştırabilir? Ama meşrulaştırıldı, hatta hırsızlık ahlaki bir norm haline geldi. Ben bunu anlamıyorum, anlayamayacağım da.
LİBARAL DÜŞÜNCE DERNEĞİ’Nİ KURAN BUGÜN OTORİTERİZMİ SAVUNUYOR
Sizce neden böyle oldular, iktidar mı bozdu?
Bizim siyasi kültürümüzde ve anlayışımızda muhafazakârlık, hiç bir zaman gerçek manada bir fikriyat haline gelemedi. Muhafazakâr dediğin, özgürlükleri, hakkı hukuku sonuna kadar savunur. Ayrıca muhafazakârlık, sadece bir inanca bağlı olmakla ya da dini itikatları yerine getirmekle alakalı bir durum değildir. Aileye, toplumun eski geleneksel kurumlarına değer veren, buna inanan, toplumda hızlı değişimlere inanmayan, daha tedrici bir değişimin taraftarı olan bir fikriyattır. Bireysellik, muhafazakârlıkta çok önemlidir ama bizde böyle bir anlayış yok. Bunu Türkiye’de tartışmadık bile. Örnek vereyim…
Buyrun…
Liberal Düşünce Derneği’ni yılarca yöneten Atilla Yayla, bugün çıkmış otoriterliği savunuyor. Türkiye’de böyle bir eblehlik var yani. Atilla Yayla’nın geçmişte yazdıkları, çizdikleri ortada. Hakikaten patetik bir durum.
Demek istediğim şu: Biz en temel kavramlarda bile, bir kere olsun anlaşamıyoruz. O kavramların ne olduğunu da bilmiyoruz. Ahlaki kodlar iptal olmuş durumda. Ne baba oğluna, ne oğlu babaya inanıyor, güveniyor. Belki şunu da anlatmam gerekiyor.
Neyi?
Aslında bir dönem AKP’nin sözümona entelektüel kadrolarına bir hayli yakındım. Mesela Bülent Aras ile iki sene çalıştım. Bu süreçte SETA merkezli birçok figürle teşrik-i mesaim oldu. Bu ekibe dâhil olabilirdim ancak ben Amerika’ya gitmeyi tercih ettim. Bugün birçok Cumhurbaşkanı ve Başbakan danışmanı olan, medyada önemli yerler edinen ve akıl almaz paralar kazanan bu kişilerin birçoğunun zerre-i miskal entelektüel bir derinliği olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim. Şimdi hepsinin neler yaptığını biliyoruz. O grup içinde İbrahim Kalın’ı çıkarırsak hepsinin entelektüel bagajları, çapları o kadar düşük ki. Bunların geldikleri düşünce çizgisi belki bir zaman araştırma konusu olur. Maalesef Türkiye’nin siyasetini yönlendiren isimlerden bazıları bunlar. Tabi bir de bunlara yakın medyada köşe yazarları, TV programcıları var. Bunların hepsi bir network.
TÜRKİYE’YE GELMEK İSTEMİYORUM
Türkiye’de yaşananlar gelecek planınızı nasıl etkiledi?
Türkiye’ye gelme planım kısa vadede de, uzun vadede de yok açıkçası. Tabii hayat benim planlarıma göre işlemeyecek. Ne olup biteceğini bilmiyorum ancak prensip olarak Türkiye‘ye gelmek istemiyorum. Türkiye’de ders vermek istemiyorum. Türkiye’de herhangi biriyle, herhangi bir şey tartışabileceğimi düşünmüyorum. Konuştuklarımla ilgili bana bir İskandinavyalı gibi bakacaklarını düşünüyorum.
Türkiye’den bazı konuşmalara davet ediyorlar. Beni dinleyen insanlar öyle bir şaşkınlıkla bakıyorlar ki, ben de şaşırıyorum. Oysa yaptığım konuşmalar, literatürde tartışılan son derece klişe tartışmalar. Ama bizde hiçbir şekilde yapılmıyor ve okumuyor. Tabi son gelişmeler de beni Türkiye’den koparıyor.
Hangi gelişmeler?
Mesela son dönemde artan terör eylemleri. Bir bildiriye imza attığı için akademisyenlerin başına gelenler. Bırakın ülkeyi düşünmeyi kendi hayatınızı özgürce yaşama şansınız yok Türkiye’de.
Tabii ki, çalıştığım konu nedeniyle birçok devlet üniversitesinde çalışma imkanım zaten olmayacak. Özel üniversitelerdeki durum zaten ortada. Böyle bir ortamda nasıl okuyup yazacağım. Yazmak istediklerim var ama böyle bir şiddet ortamda bunlar yazılmaz. Bir kitap okuyacaksın, iki dakika kafanı dinlemek için TV’yi açacaksın; işte tartışmalar ortada; ne okuma hevesin kalıyor ne bir şey yazma isteğin. Çocuğumun böyle bir ortamda büyümesini istemem açıkçası. Dolayısıyla Türkiye’ye dönme niyetim ne yazık ki yok.
ÇEVREMDE ERDOĞAN’IN DİKATÖR OLDUĞUNA İNANAN VAR
Çevrendekilerin Türkiye’deki gelişmelere bakışı nasıl?
Buradakiler, şuna inanmış durumdalar: Türkiye’de bir “diktatör” var, her şeyi istediği biçimde yapıyor. Hatta öncesinde “hırsız” diyorlar; önce hırsız, sonra diktatör olarak görüyorlar.
Şu örneği vereyim, buradaki Ermeniler, her yaz Türkiye’ye gelip Anadolu’yu gezerdi. Dedelerinin doğdukları yerlere giderler, oraları dolaşırlardı. İki senedir hiç kimse adımını atmıyor, korkuyorlar. Düşünebiliyor musun Türkiye’ye gelmekten korkuyorlar. Çünkü can güvenliklerinin olduklarını düşünmüyorlar, bombalamadan, terörden korkuyorlar. Gaziantep’e gelen Ermeniler vardı, bazılarını ben gezdiriyordum ama artık gelmiyorlar. Çünkü Antep’te 3 bine yakın IŞİD mensubu olduğunu, IŞİD hücreleri olduğunu biliyorlar. Ben iktidarın IŞİD’i desteklediğine inanmıyorum ama buradakiler inanıyor. İktidarın yürüttüğü politikanın, IŞİD gibi, El Nusra gibi örgütlerin palazlanmasına cevaz verdiğine inanıyorlar.
Ana akım düşünce Türkiye’de otoriter bir rejim var, Türkiye’de bir diktatör var, Türkiye IŞİD’i destekliyor, Batı’dan uzaklaşıyor, Türkiye Amerika’dan uzaklaşıyor, AB’den uzaklaşıyor diye düşünüyor. Böyle konsolide olmuş bir algı var.
YÜZDE 48,8 OY BENİ ŞAŞIRTTI
Sizin son bir yıl içinde dikkatini çeken ne oldu?
Seçimlerden AK Parti’nin aldığı yüzde 49,8 oy. Ben nakavt oldum! Benim için en büyük gelişme buydu açıkçası. Bu seçimden sonra ben Türkiye toplumuna inanmayı bıraktım; artık Türkiye toplumu üzerine düşünmeyi, analiz geliştirmeyi bıraktım.
Hangi şartlar olursa dönersiniz Türkiye’ye peki?
Asgari bir özgürlük ve demokratik ortamın varlığını mutlak surette Türkiye’ye dönmem fikriden beni uzaklaştırabilir. Mesele benim dönüp dönmememden bağımsız aslında, hatta bunun hiçbir önemi de yok. Esas olan bugün ciddi anlamda kaybettiğimiz asgari ahlaki müştereklerimizi yeninde oluşturmak ve yeni bir “insanlık sözleşmesi” inşa etmek. Türkiye’nin bugün yaşadığı toplumsal kutuplaşmanın aşılmasının geçmişle yüzleşmekten geçtiğini de belirtmek isterim.
KAYNAK: MURAT AKSOY / HABERDAR
(Bu yazı dizisi Objective Araştırmacı Gazetecilik Programı’nın bursuyla gerçekleştirilmiştir)
MURAT AKSOY / HABERDAR
NEDEN GİDİYORLAR? NEDEN DÖNMÜYORLAR (7. BÖLÜM)
Ümit Kurt (Harvard Üniversistesi’nde Post-Doc Araştırmacısı, Amerika)
Keele Üniversitesi’den doktarasını yeni bitiren aşamasında olan Ümit Kurt, Türkiye’de Kemalizm’den daha ciddi bir siyasi İslam sorunu olduğunu söyledi. Bu anlayışın geçmişe rövanşizmle bakan bir siyasal anlayış olduğunu ifade eden Kurt, “Prensip olarak Türkiye‘ye gelmek istemiyorum. Türkiye’de ders vermek istemiyorum. Türkiye’de herhangi biriyle, herhangi bir şey tartışabileceğim
Kısaca kendini tanıtır mısınız?
11 Ağustos 1984 Gaziantep doğumluyum. Lise son sınıfa kadar Gaziantep’te yaşadım. Alt-orta sınıf bir aileden geliyorum. Ortaokulu, bir devlet okulunda okudum. Liseyi Gaziantep’te Amerikan Koleji’nde burslu okudum. Bu okul, Atatürkçü-Kemalist, ilin kalburüstü ailelerinin çocuklarının eğitim gördüğü bir okuldu. Üniversiteyi ODTÜ’de, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi’nde okudum.
Mezun olduktan sonra araştırmacı olarak İngiltere’nin Keele Üniversitesi’nde kısa bir süre bulundum. Daha sonra Sabancı Üniversitesi’nde burslu olarak yüksek lisansa başladım. Yüksek lisans AB eksenli bir program olmasına rağmen ben tarihe evrildim. Tarih bölümünden ders almaya çalıştım. Tarih bölümündeki hocalarla daha çok teşriki mesaim oldu. Halil Berktay da o dönemde tanıştığım isimlerden biri. Kendisinin entelektüel ve akademik yaşamıma katkısı epeyce fazla oldu. Bugünlere gelmemde kendisi benim için ufuk açıcı oldu. Sonraki dönemlerde okumalarımda, yazılarımda, entelektüel olarak bir şeyler üretmemde katkısı büyük oldu.
Sonra…
Yüksek lisansımı bitirdikten sonra Boğaziçi Üniversitesi’nde Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünde doktoraya başladım. Ancak her zaman yurt dışına gitmeyi düşündüğüm için kısa bir süre sonra oradan da ayrıldım.
BOĞAZİÇİ’NDE DOKTORAMI BIRAKIP ABD’YE GİTTİM
Neden yurtdışına çıkmak istedin?
Ben iyi bir akademisyen olmak istiyorum ve bunun için en iyi ülkenin Amerika olduğunu düşündüm. Çalışma disiplini, doktora programlarının zenginliği, öğrenciye katkısı ve en önemlisi de Türkiye’deki gibi ast-üst ilişkisinin olmaması, size akademisyen adayı olarak değer vermeleri, düşüncelerinize, fikirlerinize önem verildiği, yazdıklarınızın okunduğu, geliştirildiği ve geri dönüş alabildiğiniz bir akademik dünya açısından Amerika’yı hep istedim.
Boğaziçi’nde doktoraya devam ederken, Amerika’ya başvurular yaptım. 2008-2009 döneminde Amerika’da yaşanan ekonomik kriz nedeniyle iki-üç sene burs bulamadım. Boğaziçi Üniversitesi’nde tezimi yarıladığım dönemde Gaziantep’te açılan Zirve Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak ders verdim. 2010 yılında başvurularımdan ikisine kabul geldi ve ben Clark Üniversitesi’nde Tarih bölümünde doktoraya başladım.
Siyaset Bilimi’nden Tarih’e geçişin özel bir nedeni var mı?
Benim Boğaziçi’nde çalıştığım konu Türkiye’de sivil-asker ilişkileriydi. Özellikle AKP’nin ilk iki iktidar döneminde Türkiye’de silahlı kuvvetlerin demokratik kontrolü ve sivil otoritenin kontrolü altına alınmasına odaklanmıştım. 2004-2007 arasında Türkiye demokrasisinin konsolidasyonu İspanya ve Yunanistan örnekleri ile karşılaştırılmasıydı. Çok ilgi duyduğum bir konu değildi. Tarih okumaları yapmaya çok daha yatkındım. Hayatımı değiştiren en önemli şey Taner Akçam’ın “Ermeni Meselesi Hallolunmuştur” kitabına Ömer Laçiner’in yazdığı önsözdeki bir kaç cümle oldu.
Neydi o cümleler?
Laçiner, önsözde Ermeni katliamının ekonomik temelinden bahsediyordu. Yani Ermenilere ait malların, mülklerin, mal varlıklarının bu kıyıma iştirak eden sıradan insanlara, yerel elitlere ve eşrafa devredilmesi üzerine çok derine girmeyen bir analiz vardı. Bu kısa analiz beni çok etkiledi. Çünkü böylesine büyük bir katliamın sadece merkezi yönetim tarafından gerçekleşmesi mümkün değildi, bu kadar kolay olması benim aklıma yatmıyordu. Ki doktoramı da bu konu eksenine kaydırdım. Ve Taner Akçam ile tanıştım. Bana çok katkısı oldu.
Doktora tezinin konusu ne tam olarak?
Gaziantep Ermenilerinin tarihini çalışıyorum. Spesifik olarak çalıştığım tarihsel periyot ise 19. yüzyılın üçüncü ve 20. yüzyılın ikinci çeyreği yani 1880’lerden 1920’nin sonuna kadar uzanan dönem. Bu dönemde Ermenilerle Müslümanlar arasındaki ilişkiye, “Ermeniler Müslümanları kesmiş, Müslümanlarda Ermenileri kesmiş” gibi yaklaşmadım. Aynı bölgede, yani Anadolu’da, özellikle Doğu Anadolu’da Ermenilerin yoğun yaşadığı vilayetlerin içerisinde Ermenilerle Müslümanların komşu gibi yaşadığı bir bölgede ne oldu da iki tane farklı etnik, dini kökenden gelen cemaat birbirine girdi? Sorduğum soru bu.
Müslüman ve Ermeniler arasındaki ilişkiler ve 1915 Tehciri, 1915-18 arası tehcir döneminde Ermenilerin taşınır ve taşınmaz mallarının nasıl el değiştirdiği gibi konular. Çünkü bu dönemde Ermenilerin tehcir edildiklerde yerlerde Ermenilere ait mal varlıkları el değiştirdi ve yeni bir zengin sınıf, ilk kapitalist sınıf temayüz etti. Bu konuları araştırmak için Ermenice ve Fransızca öğrendim, Osmanlıcayı da bir hayli ilerlettim.
ÜNİVERSİTEDE BEYNİMİ BOŞ ŞEYLERLE DOLDURDUM
Kendini siyasal olarak nasıl tanımlıyorsunuz?
Üniversitedeyken daha çok örgütlü sol siyasetin içerisinde yer aldım. Öncesinde siyaseten çok fazla aktif biri değildim. Üniversiteye geldiğimde siyasi kültürel ortamın da etkisiyle kendimi sol çevrenin içinde buldum. ODTÜ’de birçok sol fraksiyon var. Orada kendimi ÖDP’ye daha yakın buldum. ÖDP, Devrimci Yol çizgisini takip ediyordu. O ara sol literatür üzerine ne varsa okudum ben de. Beynimi boş şeylerle doldurdum yani açıkçası. Siyaset yapmanın dışında aktif olarak çalışıyordum. Bildiriler dağıtma, toplantılara gitme, Birgün gazetesinde aktif olarak çalışmaya başladım.
Hangi yıllar arasında?
Bunlar 2003-2006’da arasında oldu. İngiltere’ye gittikten sonra bambaşka bir insan olarak döndüm Türkiye’ye. Sadece altı ay içinde. Avrupa’ya gittim ve değiştim, öyle bir şey yok. Orada tanıştığım birisi benim siyasi düşüncemi değiştirdi.
Kim?
Oğuz Dilek. O zaman Keele Üniversitesi’ndeydi. Şimdi Zirve Üniversitesi’nde çalışıyor. Kendisi düşüncelerimi oldukça etkiledi, dogmalarımı bertaraf etti. Çünkü ODTÜ’de ciddi anlamda Ortodoks bir Marksist olduğumu söyleyebilirim.
İngiltere’den döndükten sonra yani 2006’da kendi arkadaşlarım, sol çevremden dışlandım. İzole edildim. Çünkü, onların gözünde “liberal” olmuştum artık. Belli konularda tavırlarını çok fazla eleştiriyordum. Eleştirilerim çok fazla kafalarına yatmıyordu. Beni revizyonist, liboş, oportünist hatta dönek olmakla suçladılar. Böylece ODTÜ’deki sol ortamdan dışlandım.
MARKSİZİMDEN ELEŞTİREL DÜŞÜNCEYE KAYDIM
İngiltere’den döndükten sonra kendini siyasi olarak nasıl tanımladın?
Pozisyonumu tamamen kritik düşünce olarak tanımlayabilirim. Bir meseleyi muhakeme ve analiz ederek, başka konularla olan bağlantılarını ve rabıtalarını kurarak düşünmeye çalışmak. İngiltere öncesinde Max Weber bir “liboştu” bizim için. Weber’in liberalizmle ne alakası var? Adam sırf, toplumların birbiriyle olan ilişkilerini, statü kavramıyla açıklıyor diye liberal olabilir mi? Dahası okulda hocalarımızın bir kısmı da Weber’i böyle okuyordu. İşin trajikomik tarafı buydu.
ODTÜ’de?
Evet, bazı hocalarım gerçekten bu düşüncedeydi. Sonradan düşündüğümde bu beni şok etmişti. Biz bir ideolojiyi diğer ideolojilerin üstüne koyuyorduk. Yani kendi ideolojimiz eleştiriden azadeydi. İngiltere’deki kısa dönemde çok şey öğrendim. Kütüphanede kitap okumayı, kütüphanede araştırma yapmayı öğrendim, tanıdım.
ODTÜ’de, Boğaziçi’nde bilmiyor muydun bunları?
Hayır. Çünkü biz ODTÜ’deyken zaten her şeyi biliyorduk. Hegel’i en iyi biz biliriz, Marx’ı da biliriz. Gramsci zaten bizden sorulur. Althsser yapısalcı, onu geç zaten vs. Ve bunun ekmeğini yiyorduk, onu söylemeliyim. Böyle rezalet bir ortam. Şimdi böyle bir ortamda nasıl eleştirel düşünce gelişsin, nasıl başka bir fikre insan kulak versin?
Kısaca okumuyorduk aslında, hiç okumuyorduk. Ben okuduğumuzu zannediyordum ama okumuyorduk. İngiltere’de Oğuz Dilek, ODTÜ’de de siyasi düşünce dersi veren Cem Deveci ve daha sonra Halil Berktay benim entelektüel, akademik eğitimimde, hafıza geçmişimde, bagajımda etkili olmuş üç önemli isimdir.
Bugüne geldiğinde kendini nasıl tanımlıyorsun?
Bu aralar bunu çok sık düşünmeye başladım. Geçtiğimiz günlerde bir toplantı vardı. Ben bir sunum yaptım. Konusu da “Türkiye neden Ermeni Soykırımı’nı inkâr ediyor?” üzerineydi. Sunum çok etkili oldu. Televizyonlar, gazeteler baya ilgi gösterdiler.
KENDİMİ HİÇ ZAMAN ‘TÜRK’ HİSSETMEDİM
Neden?
Sunumu izleyen bir kadın beni bir kenara çekti ve; “Sen nasıl sana empoze edilen fikirlerle mücadele ettin, onları nasıl değiştirdin?” diye sordu. Sanırım Türk olduğum için Ermeni soykırımı konusunda Türkiye tezlerini savunmam bekleniyordu. Hayatımda hiçbir zaman bir etnisiteye, ırka, ulusa bağlılık duymadım. Ben bir bilim insanı olarak karşımdaki olgulardan hareketle olan biteni anlamaya çalışan biriyim. Kendimi bildim bileli hiçbir zaman “Türk” gibi hissetmedim. Hiçbir zaman Türklüğümle ilgili bir övüncüm ya da eleştirim olmadı. Türklüğün diğer etnik kimliklerden farklı olduğunu düşünmüyorum.
Türkiye’yi hangi araçlarla izliyorsunuz, takip ediyorsunuz?
Türkiye’yi çok sık izlemiyorum onu söyleyeyim. Çünkü artık ne olup, bittiğini açıkçası merak etmiyorum. Takip ettiğim zamanlardaysa gazeteleri internetten izliyorum ama sadece spotlarını okuyorum. Onun dışında New York Times’ı, Guardian’ı takip ediyorum. Türkiye üzerine bir şey okuyacaksam İngilizce okumaya gayret gösteriyorum.
SIRTIMIZDAKİ YÜK BİZİ TAİP EDİYOR
Türkiye’yi konuşalım biraz isterseniz. Amerika’dan baktığınızda ne düşünüyorsun Türkiye hakkında?
Türkiye’de olan bitene, sahip olduğum tarihçi formasyonumdan dolayı, biraz daha tarihselleştirerek bakmaya çalışıyorum. Olayların arka planını, geçmişini, bu olayların nereden beslendiğine, kökünün nereden çıktığına bakmaya çalışıyorum. Gördüğüm şu: Sırtımızda tarihin ağır bir yükü var ve o bizi takip ediyor.
Nedir tarihin ağır yükü?
Tarihin ağır yükünden kastım, imparatorluktan ulus-devlete geçiş sürecinde yapılan yanlışların yarattığı sonuçlar. Türkiye’de olanlar, özellikle yaşanan bölünme bu eksende yaşanıyor.
TÜRKİYE’DE CİDDİ BİR SİYASİ İSLAM SORUNU VAR
Hangi bölünme?
Türkiye’de farklı toplumsal kesimler arasında yaşanan kamplaşma ve ayrışma. Elbette bu süreçte siyasetin kutuplaştırıcı dilinin etkisi olsa da; bu ayrışmayı besleyen asıl neden bence tarihsel yük. Her toplumda farklı kültürel, dinsel, etnik farklılıklar olması normaldir. Ama bu farklılıkların ortak bazı asgari müşterekleri, ortak paydalar vardır. O paydalar etrafında bir araya gelirsin, toplum sözleşmesi de budur zaten. Türkiye, toplumsal sözleşmenin çok uzağında. AKP iktidar döneminde geçmişte Kemalizm’e bu kadar çok yüklendiğim için kendimi eleştirme noktasına geldim. Geçmişte birçok sorunun kökeninde Kemalizm’i sorumlu tutmuş ve onu günah keçisi gibi görmüşüm. Bunu geçmiş dönemdeki yazılarımdan görüyorum.
Oysa bugün gördüğüm şu; Türkiye’nin çok ciddi bir siyasi İslam sorunu var. Ve şu anda geçmişe rövanşizmle bakan bir siyasal anlayış var. Bu bence Kemalizm’den daha tehlikeli.
Neden?
Ben Türkiye’de bugün yaşanan sorunların, toplumdaki ayrışmanın, kutuplaşmanın, bu intikam duygusunun arkasında Kemalizm’in olduğunu düşünmüyorum. Bu Freneştaynı Kemalizm yaratmadı. Sorunlarımız tarihin derinliklerinde yatıyor. Elbette Kemalizm’in de vebali var, hataları oldu. Tek parti dönemi uygulamaları, darbeler ve 28 Şubat süreci vs.
Ama ne olursa olsun Kemalizm, ülkenin kurucu ideolojisi. Bu ideoloji sonuçta modern bir şey. Ve bunun Türkiye için ne kadar önemli olduğunu AKP iktidarı ve pratikleri ile daha iyi gördük.
Böyle düşünenler artıyor…
Pek çok insan Belki de, bugün yaşananları yaşamamız gerekiyor. Bu kutuplaşma sonrasında yaşanacaklardan sonra Türkiye’de bazı şeyleri yeniden kurmak zorunda kalabiliriz. Normalleşmenin yolu belki buradan geçiyor.
Bugün Müslüman, muhafazakâr bir hükümet 14 yıldır iktidarda. Peki “Türkiye’nin temel sorunları neler?” sorusunu kendime sorduğumda şu cevabı veriyorum. Türkiye’nin en büyük problemi, asgari bir ahlaki kodunun kalmaması. Elimizde ahlaki hiçbir referans kalmadı. Bir Müslüman, muhafazakâr iktidar hırsızlığı ahlaken nasıl meşrulaştırabilir? Ama meşrulaştırıldı, hatta hırsızlık ahlaki bir norm haline geldi. Ben bunu anlamıyorum, anlayamayacağım da.
LİBARAL DÜŞÜNCE DERNEĞİ’Nİ KURAN BUGÜN OTORİTERİZMİ SAVUNUYOR
Sizce neden böyle oldular, iktidar mı bozdu?
Bizim siyasi kültürümüzde ve anlayışımızda muhafazakârlık, hiç bir zaman gerçek manada bir fikriyat haline gelemedi. Muhafazakâr dediğin, özgürlükleri, hakkı hukuku sonuna kadar savunur. Ayrıca muhafazakârlık, sadece bir inanca bağlı olmakla ya da dini itikatları yerine getirmekle alakalı bir durum değildir. Aileye, toplumun eski geleneksel kurumlarına değer veren, buna inanan, toplumda hızlı değişimlere inanmayan, daha tedrici bir değişimin taraftarı olan bir fikriyattır. Bireysellik, muhafazakârlıkta çok önemlidir ama bizde böyle bir anlayış yok. Bunu Türkiye’de tartışmadık bile. Örnek vereyim…
Buyrun…
Liberal Düşünce Derneği’ni yılarca yöneten Atilla Yayla, bugün çıkmış otoriterliği savunuyor. Türkiye’de böyle bir eblehlik var yani. Atilla Yayla’nın geçmişte yazdıkları, çizdikleri ortada. Hakikaten patetik bir durum.
Demek istediğim şu: Biz en temel kavramlarda bile, bir kere olsun anlaşamıyoruz. O kavramların ne olduğunu da bilmiyoruz. Ahlaki kodlar iptal olmuş durumda. Ne baba oğluna, ne oğlu babaya inanıyor, güveniyor. Belki şunu da anlatmam gerekiyor.
Neyi?
Aslında bir dönem AKP’nin sözümona entelektüel kadrolarına bir hayli yakındım. Mesela Bülent Aras ile iki sene çalıştım. Bu süreçte SETA merkezli birçok figürle teşrik-i mesaim oldu. Bu ekibe dâhil olabilirdim ancak ben Amerika’ya gitmeyi tercih ettim. Bugün birçok Cumhurbaşkanı ve Başbakan danışmanı olan, medyada önemli yerler edinen ve akıl almaz paralar kazanan bu kişilerin birçoğunun zerre-i miskal entelektüel bir derinliği olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim. Şimdi hepsinin neler yaptığını biliyoruz. O grup içinde İbrahim Kalın’ı çıkarırsak hepsinin entelektüel bagajları, çapları o kadar düşük ki. Bunların geldikleri düşünce çizgisi belki bir zaman araştırma konusu olur. Maalesef Türkiye’nin siyasetini yönlendiren isimlerden bazıları bunlar. Tabi bir de bunlara yakın medyada köşe yazarları, TV programcıları var. Bunların hepsi bir network.
TÜRKİYE’YE GELMEK İSTEMİYORUM
Türkiye’de yaşananlar gelecek planınızı nasıl etkiledi?
Türkiye’ye gelme planım kısa vadede de, uzun vadede de yok açıkçası. Tabii hayat benim planlarıma göre işlemeyecek. Ne olup biteceğini bilmiyorum ancak prensip olarak Türkiye‘ye gelmek istemiyorum. Türkiye’de ders vermek istemiyorum. Türkiye’de herhangi biriyle, herhangi bir şey tartışabileceğimi düşünmüyorum. Konuştuklarımla ilgili bana bir İskandinavyalı gibi bakacaklarını düşünüyorum.
Türkiye’den bazı konuşmalara davet ediyorlar. Beni dinleyen insanlar öyle bir şaşkınlıkla bakıyorlar ki, ben de şaşırıyorum. Oysa yaptığım konuşmalar, literatürde tartışılan son derece klişe tartışmalar. Ama bizde hiçbir şekilde yapılmıyor ve okumuyor. Tabi son gelişmeler de beni Türkiye’den koparıyor.
Hangi gelişmeler?
Mesela son dönemde artan terör eylemleri. Bir bildiriye imza attığı için akademisyenlerin başına gelenler. Bırakın ülkeyi düşünmeyi kendi hayatınızı özgürce yaşama şansınız yok Türkiye’de.
Tabii ki, çalıştığım konu nedeniyle birçok devlet üniversitesinde çalışma imkanım zaten olmayacak. Özel üniversitelerdeki durum zaten ortada. Böyle bir ortamda nasıl okuyup yazacağım. Yazmak istediklerim var ama böyle bir şiddet ortamda bunlar yazılmaz. Bir kitap okuyacaksın, iki dakika kafanı dinlemek için TV’yi açacaksın; işte tartışmalar ortada; ne okuma hevesin kalıyor ne bir şey yazma isteğin. Çocuğumun böyle bir ortamda büyümesini istemem açıkçası. Dolayısıyla Türkiye’ye dönme niyetim ne yazık ki yok.
ÇEVREMDE ERDOĞAN’IN DİKATÖR OLDUĞUNA İNANAN VAR
Çevrendekilerin Türkiye’deki gelişmelere bakışı nasıl?
Buradakiler, şuna inanmış durumdalar: Türkiye’de bir “diktatör” var, her şeyi istediği biçimde yapıyor. Hatta öncesinde “hırsız” diyorlar; önce hırsız, sonra diktatör olarak görüyorlar.
Şu örneği vereyim, buradaki Ermeniler, her yaz Türkiye’ye gelip Anadolu’yu gezerdi. Dedelerinin doğdukları yerlere giderler, oraları dolaşırlardı. İki senedir hiç kimse adımını atmıyor, korkuyorlar. Düşünebiliyor musun Türkiye’ye gelmekten korkuyorlar. Çünkü can güvenliklerinin olduklarını düşünmüyorlar, bombalamadan, terörden korkuyorlar. Gaziantep’e gelen Ermeniler vardı, bazılarını ben gezdiriyordum ama artık gelmiyorlar. Çünkü Antep’te 3 bine yakın IŞİD mensubu olduğunu, IŞİD hücreleri olduğunu biliyorlar. Ben iktidarın IŞİD’i desteklediğine inanmıyorum ama buradakiler inanıyor. İktidarın yürüttüğü politikanın, IŞİD gibi, El Nusra gibi örgütlerin palazlanmasına cevaz verdiğine inanıyorlar.
Ana akım düşünce Türkiye’de otoriter bir rejim var, Türkiye’de bir diktatör var, Türkiye IŞİD’i destekliyor, Batı’dan uzaklaşıyor, Türkiye Amerika’dan uzaklaşıyor, AB’den uzaklaşıyor diye düşünüyor. Böyle konsolide olmuş bir algı var.
YÜZDE 48,8 OY BENİ ŞAŞIRTTI
Sizin son bir yıl içinde dikkatini çeken ne oldu?
Seçimlerden AK Parti’nin aldığı yüzde 49,8 oy. Ben nakavt oldum! Benim için en büyük gelişme buydu açıkçası. Bu seçimden sonra ben Türkiye toplumuna inanmayı bıraktım; artık Türkiye toplumu üzerine düşünmeyi, analiz geliştirmeyi bıraktım.
Hangi şartlar olursa dönersiniz Türkiye’ye peki?
Asgari bir özgürlük ve demokratik ortamın varlığını mutlak surette Türkiye’ye dönmem fikriden beni uzaklaştırabilir. Mesele benim dönüp dönmememden bağımsız aslında, hatta bunun hiçbir önemi de yok. Esas olan bugün ciddi anlamda kaybettiğimiz asgari ahlaki müştereklerimizi yeninde oluşturmak ve yeni bir “insanlık sözleşmesi” inşa etmek. Türkiye’nin bugün yaşadığı toplumsal kutuplaşmanın aşılmasının geçmişle yüzleşmekten geçtiğini de belirtmek isterim.
KAYNAK: MURAT AKSOY / HABERDAR
(Bu yazı dizisi Objective Araştırmacı Gazetecilik Programı’nın bursuyla gerçekleştirilmiştir)
MURAT AKSOY / HABERDAR
NEDEN GİDİYORLAR? NEDEN DÖNMÜYORLAR (7. BÖLÜM)
Ümit Kurt (Harvard Üniversistesi’nde Post-Doc Araştırmacısı, Amerika)
Keele Üniversitesi’den doktarasını yeni bitiren aşamasında olan Ümit Kurt, Türkiye’de Kemalizm’den daha ciddi bir siyasi İslam sorunu olduğunu söyledi. Bu anlayışın geçmişe rövanşizmle bakan bir siyasal anlayış olduğunu ifade eden Kurt, “Prensip olarak Türkiye‘ye gelmek istemiyorum. Türkiye’de ders vermek istemiyorum. Türkiye’de herhangi biriyle, herhangi bir şey tartışabileceğim
Kısaca kendini tanıtır mısınız?
11 Ağustos 1984 Gaziantep doğumluyum. Lise son sınıfa kadar Gaziantep’te yaşadım. Alt-orta sınıf bir aileden geliyorum. Ortaokulu, bir devlet okulunda okudum. Liseyi Gaziantep’te Amerikan Koleji’nde burslu okudum. Bu okul, Atatürkçü-Kemalist, ilin kalburüstü ailelerinin çocuklarının eğitim gördüğü bir okuldu. Üniversiteyi ODTÜ’de, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi’nde okudum.
Mezun olduktan sonra araştırmacı olarak İngiltere’nin Keele Üniversitesi’nde kısa bir süre bulundum. Daha sonra Sabancı Üniversitesi’nde burslu olarak yüksek lisansa başladım. Yüksek lisans AB eksenli bir program olmasına rağmen ben tarihe evrildim. Tarih bölümünden ders almaya çalıştım. Tarih bölümündeki hocalarla daha çok teşriki mesaim oldu. Halil Berktay da o dönemde tanıştığım isimlerden biri. Kendisinin entelektüel ve akademik yaşamıma katkısı epeyce fazla oldu. Bugünlere gelmemde kendisi benim için ufuk açıcı oldu. Sonraki dönemlerde okumalarımda, yazılarımda, entelektüel olarak bir şeyler üretmemde katkısı büyük oldu.
Sonra…
Yüksek lisansımı bitirdikten sonra Boğaziçi Üniversitesi’nde Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünde doktoraya başladım. Ancak her zaman yurt dışına gitmeyi düşündüğüm için kısa bir süre sonra oradan da ayrıldım.
BOĞAZİÇİ’NDE DOKTORAMI BIRAKIP ABD’YE GİTTİM
Neden yurtdışına çıkmak istedin?
Ben iyi bir akademisyen olmak istiyorum ve bunun için en iyi ülkenin Amerika olduğunu düşündüm. Çalışma disiplini, doktora programlarının zenginliği, öğrenciye katkısı ve en önemlisi de Türkiye’deki gibi ast-üst ilişkisinin olmaması, size akademisyen adayı olarak değer vermeleri, düşüncelerinize, fikirlerinize önem verildiği, yazdıklarınızın okunduğu, geliştirildiği ve geri dönüş alabildiğiniz bir akademik dünya açısından Amerika’yı hep istedim.
Boğaziçi’nde doktoraya devam ederken, Amerika’ya başvurular yaptım. 2008-2009 döneminde Amerika’da yaşanan ekonomik kriz nedeniyle iki-üç sene burs bulamadım. Boğaziçi Üniversitesi’nde tezimi yarıladığım dönemde Gaziantep’te açılan Zirve Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak ders verdim. 2010 yılında başvurularımdan ikisine kabul geldi ve ben Clark Üniversitesi’nde Tarih bölümünde doktoraya başladım.
Siyaset Bilimi’nden Tarih’e geçişin özel bir nedeni var mı?
Benim Boğaziçi’nde çalıştığım konu Türkiye’de sivil-asker ilişkileriydi. Özellikle AKP’nin ilk iki iktidar döneminde Türkiye’de silahlı kuvvetlerin demokratik kontrolü ve sivil otoritenin kontrolü altına alınmasına odaklanmıştım. 2004-2007 arasında Türkiye demokrasisinin konsolidasyonu İspanya ve Yunanistan örnekleri ile karşılaştırılmasıydı. Çok ilgi duyduğum bir konu değildi. Tarih okumaları yapmaya çok daha yatkındım. Hayatımı değiştiren en önemli şey Taner Akçam’ın “Ermeni Meselesi Hallolunmuştur” kitabına Ömer Laçiner’in yazdığı önsözdeki bir kaç cümle oldu.
Neydi o cümleler?
Laçiner, önsözde Ermeni katliamının ekonomik temelinden bahsediyordu. Yani Ermenilere ait malların, mülklerin, mal varlıklarının bu kıyıma iştirak eden sıradan insanlara, yerel elitlere ve eşrafa devredilmesi üzerine çok derine girmeyen bir analiz vardı. Bu kısa analiz beni çok etkiledi. Çünkü böylesine büyük bir katliamın sadece merkezi yönetim tarafından gerçekleşmesi mümkün değildi, bu kadar kolay olması benim aklıma yatmıyordu. Ki doktoramı da bu konu eksenine kaydırdım. Ve Taner Akçam ile tanıştım. Bana çok katkısı oldu.
Doktora tezinin konusu ne tam olarak?
Gaziantep Ermenilerinin tarihini çalışıyorum. Spesifik olarak çalıştığım tarihsel periyot ise 19. yüzyılın üçüncü ve 20. yüzyılın ikinci çeyreği yani 1880’lerden 1920’nin sonuna kadar uzanan dönem. Bu dönemde Ermenilerle Müslümanlar arasındaki ilişkiye, “Ermeniler Müslümanları kesmiş, Müslümanlarda Ermenileri kesmiş” gibi yaklaşmadım. Aynı bölgede, yani Anadolu’da, özellikle Doğu Anadolu’da Ermenilerin yoğun yaşadığı vilayetlerin içerisinde Ermenilerle Müslümanların komşu gibi yaşadığı bir bölgede ne oldu da iki tane farklı etnik, dini kökenden gelen cemaat birbirine girdi? Sorduğum soru bu.
Müslüman ve Ermeniler arasındaki ilişkiler ve 1915 Tehciri, 1915-18 arası tehcir döneminde Ermenilerin taşınır ve taşınmaz mallarının nasıl el değiştirdiği gibi konular. Çünkü bu dönemde Ermenilerin tehcir edildiklerde yerlerde Ermenilere ait mal varlıkları el değiştirdi ve yeni bir zengin sınıf, ilk kapitalist sınıf temayüz etti. Bu konuları araştırmak için Ermenice ve Fransızca öğrendim, Osmanlıcayı da bir hayli ilerlettim.
ÜNİVERSİTEDE BEYNİMİ BOŞ ŞEYLERLE DOLDURDUM
Kendini siyasal olarak nasıl tanımlıyorsunuz?
Üniversitedeyken daha çok örgütlü sol siyasetin içerisinde yer aldım. Öncesinde siyaseten çok fazla aktif biri değildim. Üniversiteye geldiğimde siyasi kültürel ortamın da etkisiyle kendimi sol çevrenin içinde buldum. ODTÜ’de birçok sol fraksiyon var. Orada kendimi ÖDP’ye daha yakın buldum. ÖDP, Devrimci Yol çizgisini takip ediyordu. O ara sol literatür üzerine ne varsa okudum ben de. Beynimi boş şeylerle doldurdum yani açıkçası. Siyaset yapmanın dışında aktif olarak çalışıyordum. Bildiriler dağıtma, toplantılara gitme, Birgün gazetesinde aktif olarak çalışmaya başladım.
Hangi yıllar arasında?
Bunlar 2003-2006’da arasında oldu. İngiltere’ye gittikten sonra bambaşka bir insan olarak döndüm Türkiye’ye. Sadece altı ay içinde. Avrupa’ya gittim ve değiştim, öyle bir şey yok. Orada tanıştığım birisi benim siyasi düşüncemi değiştirdi.
Kim?
Oğuz Dilek. O zaman Keele Üniversitesi’ndeydi. Şimdi Zirve Üniversitesi’nde çalışıyor. Kendisi düşüncelerimi oldukça etkiledi, dogmalarımı bertaraf etti. Çünkü ODTÜ’de ciddi anlamda Ortodoks bir Marksist olduğumu söyleyebilirim.
İngiltere’den döndükten sonra yani 2006’da kendi arkadaşlarım, sol çevremden dışlandım. İzole edildim. Çünkü, onların gözünde “liberal” olmuştum artık. Belli konularda tavırlarını çok fazla eleştiriyordum. Eleştirilerim çok fazla kafalarına yatmıyordu. Beni revizyonist, liboş, oportünist hatta dönek olmakla suçladılar. Böylece ODTÜ’deki sol ortamdan dışlandım.
MARKSİZİMDEN ELEŞTİREL DÜŞÜNCEYE KAYDIM
İngiltere’den döndükten sonra kendini siyasi olarak nasıl tanımladın?
Pozisyonumu tamamen kritik düşünce olarak tanımlayabilirim. Bir meseleyi muhakeme ve analiz ederek, başka konularla olan bağlantılarını ve rabıtalarını kurarak düşünmeye çalışmak. İngiltere öncesinde Max Weber bir “liboştu” bizim için. Weber’in liberalizmle ne alakası var? Adam sırf, toplumların birbiriyle olan ilişkilerini, statü kavramıyla açıklıyor diye liberal olabilir mi? Dahası okulda hocalarımızın bir kısmı da Weber’i böyle okuyordu. İşin trajikomik tarafı buydu.
ODTÜ’de?
Evet, bazı hocalarım gerçekten bu düşüncedeydi. Sonradan düşündüğümde bu beni şok etmişti. Biz bir ideolojiyi diğer ideolojilerin üstüne koyuyorduk. Yani kendi ideolojimiz eleştiriden azadeydi. İngiltere’deki kısa dönemde çok şey öğrendim. Kütüphanede kitap okumayı, kütüphanede araştırma yapmayı öğrendim, tanıdım.
ODTÜ’de, Boğaziçi’nde bilmiyor muydun bunları?
Hayır. Çünkü biz ODTÜ’deyken zaten her şeyi biliyorduk. Hegel’i en iyi biz biliriz, Marx’ı da biliriz. Gramsci zaten bizden sorulur. Althsser yapısalcı, onu geç zaten vs. Ve bunun ekmeğini yiyorduk, onu söylemeliyim. Böyle rezalet bir ortam. Şimdi böyle bir ortamda nasıl eleştirel düşünce gelişsin, nasıl başka bir fikre insan kulak versin?
Kısaca okumuyorduk aslında, hiç okumuyorduk. Ben okuduğumuzu zannediyordum ama okumuyorduk. İngiltere’de Oğuz Dilek, ODTÜ’de de siyasi düşünce dersi veren Cem Deveci ve daha sonra Halil Berktay benim entelektüel, akademik eğitimimde, hafıza geçmişimde, bagajımda etkili olmuş üç önemli isimdir.
Bugüne geldiğinde kendini nasıl tanımlıyorsun?
Bu aralar bunu çok sık düşünmeye başladım. Geçtiğimiz günlerde bir toplantı vardı. Ben bir sunum yaptım. Konusu da “Türkiye neden Ermeni Soykırımı’nı inkâr ediyor?” üzerineydi. Sunum çok etkili oldu. Televizyonlar, gazeteler baya ilgi gösterdiler.
KENDİMİ HİÇ ZAMAN ‘TÜRK’ HİSSETMEDİM
Neden?
Sunumu izleyen bir kadın beni bir kenara çekti ve; “Sen nasıl sana empoze edilen fikirlerle mücadele ettin, onları nasıl değiştirdin?” diye sordu. Sanırım Türk olduğum için Ermeni soykırımı konusunda Türkiye tezlerini savunmam bekleniyordu. Hayatımda hiçbir zaman bir etnisiteye, ırka, ulusa bağlılık duymadım. Ben bir bilim insanı olarak karşımdaki olgulardan hareketle olan biteni anlamaya çalışan biriyim. Kendimi bildim bileli hiçbir zaman “Türk” gibi hissetmedim. Hiçbir zaman Türklüğümle ilgili bir övüncüm ya da eleştirim olmadı. Türklüğün diğer etnik kimliklerden farklı olduğunu düşünmüyorum.
Türkiye’yi hangi araçlarla izliyorsunuz, takip ediyorsunuz?
Türkiye’yi çok sık izlemiyorum onu söyleyeyim. Çünkü artık ne olup, bittiğini açıkçası merak etmiyorum. Takip ettiğim zamanlardaysa gazeteleri internetten izliyorum ama sadece spotlarını okuyorum. Onun dışında New York Times’ı, Guardian’ı takip ediyorum. Türkiye üzerine bir şey okuyacaksam İngilizce okumaya gayret gösteriyorum.
SIRTIMIZDAKİ YÜK BİZİ TAİP EDİYOR
Türkiye’yi konuşalım biraz isterseniz. Amerika’dan baktığınızda ne düşünüyorsun Türkiye hakkında?
Türkiye’de olan bitene, sahip olduğum tarihçi formasyonumdan dolayı, biraz daha tarihselleştirerek bakmaya çalışıyorum. Olayların arka planını, geçmişini, bu olayların nereden beslendiğine, kökünün nereden çıktığına bakmaya çalışıyorum. Gördüğüm şu: Sırtımızda tarihin ağır bir yükü var ve o bizi takip ediyor.
Nedir tarihin ağır yükü?
Tarihin ağır yükünden kastım, imparatorluktan ulus-devlete geçiş sürecinde yapılan yanlışların yarattığı sonuçlar. Türkiye’de olanlar, özellikle yaşanan bölünme bu eksende yaşanıyor.
TÜRKİYE’DE CİDDİ BİR SİYASİ İSLAM SORUNU VAR
Hangi bölünme?
Türkiye’de farklı toplumsal kesimler arasında yaşanan kamplaşma ve ayrışma. Elbette bu süreçte siyasetin kutuplaştırıcı dilinin etkisi olsa da; bu ayrışmayı besleyen asıl neden bence tarihsel yük. Her toplumda farklı kültürel, dinsel, etnik farklılıklar olması normaldir. Ama bu farklılıkların ortak bazı asgari müşterekleri, ortak paydalar vardır. O paydalar etrafında bir araya gelirsin, toplum sözleşmesi de budur zaten. Türkiye, toplumsal sözleşmenin çok uzağında. AKP iktidar döneminde geçmişte Kemalizm’e bu kadar çok yüklendiğim için kendimi eleştirme noktasına geldim. Geçmişte birçok sorunun kökeninde Kemalizm’i sorumlu tutmuş ve onu günah keçisi gibi görmüşüm. Bunu geçmiş dönemdeki yazılarımdan görüyorum.
Oysa bugün gördüğüm şu; Türkiye’nin çok ciddi bir siyasi İslam sorunu var. Ve şu anda geçmişe rövanşizmle bakan bir siyasal anlayış var. Bu bence Kemalizm’den daha tehlikeli.
Neden?
Ben Türkiye’de bugün yaşanan sorunların, toplumdaki ayrışmanın, kutuplaşmanın, bu intikam duygusunun arkasında Kemalizm’in olduğunu düşünmüyorum. Bu Freneştaynı Kemalizm yaratmadı. Sorunlarımız tarihin derinliklerinde yatıyor. Elbette Kemalizm’in de vebali var, hataları oldu. Tek parti dönemi uygulamaları, darbeler ve 28 Şubat süreci vs.
Ama ne olursa olsun Kemalizm, ülkenin kurucu ideolojisi. Bu ideoloji sonuçta modern bir şey. Ve bunun Türkiye için ne kadar önemli olduğunu AKP iktidarı ve pratikleri ile daha iyi gördük.
Böyle düşünenler artıyor…
Pek çok insan Belki de, bugün yaşananları yaşamamız gerekiyor. Bu kutuplaşma sonrasında yaşanacaklardan sonra Türkiye’de bazı şeyleri yeniden kurmak zorunda kalabiliriz. Normalleşmenin yolu belki buradan geçiyor.
Bugün Müslüman, muhafazakâr bir hükümet 14 yıldır iktidarda. Peki “Türkiye’nin temel sorunları neler?” sorusunu kendime sorduğumda şu cevabı veriyorum. Türkiye’nin en büyük problemi, asgari bir ahlaki kodunun kalmaması. Elimizde ahlaki hiçbir referans kalmadı. Bir Müslüman, muhafazakâr iktidar hırsızlığı ahlaken nasıl meşrulaştırabilir? Ama meşrulaştırıldı, hatta hırsızlık ahlaki bir norm haline geldi. Ben bunu anlamıyorum, anlayamayacağım da.
LİBARAL DÜŞÜNCE DERNEĞİ’Nİ KURAN BUGÜN OTORİTERİZMİ SAVUNUYOR
Sizce neden böyle oldular, iktidar mı bozdu?
Bizim siyasi kültürümüzde ve anlayışımızda muhafazakârlık, hiç bir zaman gerçek manada bir fikriyat haline gelemedi. Muhafazakâr dediğin, özgürlükleri, hakkı hukuku sonuna kadar savunur. Ayrıca muhafazakârlık, sadece bir inanca bağlı olmakla ya da dini itikatları yerine getirmekle alakalı bir durum değildir. Aileye, toplumun eski geleneksel kurumlarına değer veren, buna inanan, toplumda hızlı değişimlere inanmayan, daha tedrici bir değişimin taraftarı olan bir fikriyattır. Bireysellik, muhafazakârlıkta çok önemlidir ama bizde böyle bir anlayış yok. Bunu Türkiye’de tartışmadık bile. Örnek vereyim…
Buyrun…
Liberal Düşünce Derneği’ni yılarca yöneten Atilla Yayla, bugün çıkmış otoriterliği savunuyor. Türkiye’de böyle bir eblehlik var yani. Atilla Yayla’nın geçmişte yazdıkları, çizdikleri ortada. Hakikaten patetik bir durum.
Demek istediğim şu: Biz en temel kavramlarda bile, bir kere olsun anlaşamıyoruz. O kavramların ne olduğunu da bilmiyoruz. Ahlaki kodlar iptal olmuş durumda. Ne baba oğluna, ne oğlu babaya inanıyor, güveniyor. Belki şunu da anlatmam gerekiyor.
Neyi?
Aslında bir dönem AKP’nin sözümona entelektüel kadrolarına bir hayli yakındım. Mesela Bülent Aras ile iki sene çalıştım. Bu süreçte SETA merkezli birçok figürle teşrik-i mesaim oldu. Bu ekibe dâhil olabilirdim ancak ben Amerika’ya gitmeyi tercih ettim. Bugün birçok Cumhurbaşkanı ve Başbakan danışmanı olan, medyada önemli yerler edinen ve akıl almaz paralar kazanan bu kişilerin birçoğunun zerre-i miskal entelektüel bir derinliği olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim. Şimdi hepsinin neler yaptığını biliyoruz. O grup içinde İbrahim Kalın’ı çıkarırsak hepsinin entelektüel bagajları, çapları o kadar düşük ki. Bunların geldikleri düşünce çizgisi belki bir zaman araştırma konusu olur. Maalesef Türkiye’nin siyasetini yönlendiren isimlerden bazıları bunlar. Tabi bir de bunlara yakın medyada köşe yazarları, TV programcıları var. Bunların hepsi bir network.
TÜRKİYE’YE GELMEK İSTEMİYORUM
Türkiye’de yaşananlar gelecek planınızı nasıl etkiledi?
Türkiye’ye gelme planım kısa vadede de, uzun vadede de yok açıkçası. Tabii hayat benim planlarıma göre işlemeyecek. Ne olup biteceğini bilmiyorum ancak prensip olarak Türkiye‘ye gelmek istemiyorum. Türkiye’de ders vermek istemiyorum. Türkiye’de herhangi biriyle, herhangi bir şey tartışabileceğimi düşünmüyorum. Konuştuklarımla ilgili bana bir İskandinavyalı gibi bakacaklarını düşünüyorum.
Türkiye’den bazı konuşmalara davet ediyorlar. Beni dinleyen insanlar öyle bir şaşkınlıkla bakıyorlar ki, ben de şaşırıyorum. Oysa yaptığım konuşmalar, literatürde tartışılan son derece klişe tartışmalar. Ama bizde hiçbir şekilde yapılmıyor ve okumuyor. Tabi son gelişmeler de beni Türkiye’den koparıyor.
Hangi gelişmeler?
Mesela son dönemde artan terör eylemleri. Bir bildiriye imza attığı için akademisyenlerin başına gelenler. Bırakın ülkeyi düşünmeyi kendi hayatınızı özgürce yaşama şansınız yok Türkiye’de.
Tabii ki, çalıştığım konu nedeniyle birçok devlet üniversitesinde çalışma imkanım zaten olmayacak. Özel üniversitelerdeki durum zaten ortada. Böyle bir ortamda nasıl okuyup yazacağım. Yazmak istediklerim var ama böyle bir şiddet ortamda bunlar yazılmaz. Bir kitap okuyacaksın, iki dakika kafanı dinlemek için TV’yi açacaksın; işte tartışmalar ortada; ne okuma hevesin kalıyor ne bir şey yazma isteğin. Çocuğumun böyle bir ortamda büyümesini istemem açıkçası. Dolayısıyla Türkiye’ye dönme niyetim ne yazık ki yok.
ÇEVREMDE ERDOĞAN’IN DİKATÖR OLDUĞUNA İNANAN VAR
Çevrendekilerin Türkiye’deki gelişmelere bakışı nasıl?
Buradakiler, şuna inanmış durumdalar: Türkiye’de bir “diktatör” var, her şeyi istediği biçimde yapıyor. Hatta öncesinde “hırsız” diyorlar; önce hırsız, sonra diktatör olarak görüyorlar.
Şu örneği vereyim, buradaki Ermeniler, her yaz Türkiye’ye gelip Anadolu’yu gezerdi. Dedelerinin doğdukları yerlere giderler, oraları dolaşırlardı. İki senedir hiç kimse adımını atmıyor, korkuyorlar. Düşünebiliyor musun Türkiye’ye gelmekten korkuyorlar. Çünkü can güvenliklerinin olduklarını düşünmüyorlar, bombalamadan, terörden korkuyorlar. Gaziantep’e gelen Ermeniler vardı, bazılarını ben gezdiriyordum ama artık gelmiyorlar. Çünkü Antep’te 3 bine yakın IŞİD mensubu olduğunu, IŞİD hücreleri olduğunu biliyorlar. Ben iktidarın IŞİD’i desteklediğine inanmıyorum ama buradakiler inanıyor. İktidarın yürüttüğü politikanın, IŞİD gibi, El Nusra gibi örgütlerin palazlanmasına cevaz verdiğine inanıyorlar.
Ana akım düşünce Türkiye’de otoriter bir rejim var, Türkiye’de bir diktatör var, Türkiye IŞİD’i destekliyor, Batı’dan uzaklaşıyor, Türkiye Amerika’dan uzaklaşıyor, AB’den uzaklaşıyor diye düşünüyor. Böyle konsolide olmuş bir algı var.
YÜZDE 48,8 OY BENİ ŞAŞIRTTI
Sizin son bir yıl içinde dikkatini çeken ne oldu?
Seçimlerden AK Parti’nin aldığı yüzde 49,8 oy. Ben nakavt oldum! Benim için en büyük gelişme buydu açıkçası. Bu seçimden sonra ben Türkiye toplumuna inanmayı bıraktım; artık Türkiye toplumu üzerine düşünmeyi, analiz geliştirmeyi bıraktım.
Hangi şartlar olursa dönersiniz Türkiye’ye peki?
Asgari bir özgürlük ve demokratik ortamın varlığını mutlak surette Türkiye’ye dönmem fikriden beni uzaklaştırabilir. Mesele benim dönüp dönmememden bağımsız aslında, hatta bunun hiçbir önemi de yok. Esas olan bugün ciddi anlamda kaybettiğimiz asgari ahlaki müştereklerimizi yeninde oluşturmak ve yeni bir “insanlık sözleşmesi” inşa etmek. Türkiye’nin bugün yaşadığı toplumsal kutuplaşmanın aşılmasının geçmişle yüzleşmekten geçtiğini de belirtmek isterim.
KAYNAK: MURAT AKSOY / HABERDAR
(Bu yazı dizisi Objective Araştırmacı Gazetecilik Programı’nın bursuyla gerçekleştirilmiştir)
MURAT AKSOY / HABERDAR
NEDEN GİDİYORLAR? NEDEN DÖNMÜYORLAR (7. BÖLÜM)
Ümit Kurt (Harvard Üniversistesi’nde Post-Doc Araştırmacısı, Amerika)
Keele Üniversitesi’den doktarasını yeni bitiren aşamasında olan Ümit Kurt, Türkiye’de Kemalizm’den daha ciddi bir siyasi İslam sorunu olduğunu söyledi. Bu anlayışın geçmişe rövanşizmle bakan bir siyasal anlayış olduğunu ifade eden Kurt, “Prensip olarak Türkiye‘ye gelmek istemiyorum. Türkiye’de ders vermek istemiyorum. Türkiye’de herhangi biriyle, herhangi bir şey tartışabileceğim
Kısaca kendini tanıtır mısınız?
11 Ağustos 1984 Gaziantep doğumluyum. Lise son sınıfa kadar Gaziantep’te yaşadım. Alt-orta sınıf bir aileden geliyorum. Ortaokulu, bir devlet okulunda okudum. Liseyi Gaziantep’te Amerikan Koleji’nde burslu okudum. Bu okul, Atatürkçü-Kemalist, ilin kalburüstü ailelerinin çocuklarının eğitim gördüğü bir okuldu. Üniversiteyi ODTÜ’de, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi’nde okudum.
Mezun olduktan sonra araştırmacı olarak İngiltere’nin Keele Üniversitesi’nde kısa bir süre bulundum. Daha sonra Sabancı Üniversitesi’nde burslu olarak yüksek lisansa başladım. Yüksek lisans AB eksenli bir program olmasına rağmen ben tarihe evrildim. Tarih bölümünden ders almaya çalıştım. Tarih bölümündeki hocalarla daha çok teşriki mesaim oldu. Halil Berktay da o dönemde tanıştığım isimlerden biri. Kendisinin entelektüel ve akademik yaşamıma katkısı epeyce fazla oldu. Bugünlere gelmemde kendisi benim için ufuk açıcı oldu. Sonraki dönemlerde okumalarımda, yazılarımda, entelektüel olarak bir şeyler üretmemde katkısı büyük oldu.
Sonra…
Yüksek lisansımı bitirdikten sonra Boğaziçi Üniversitesi’nde Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünde doktoraya başladım. Ancak her zaman yurt dışına gitmeyi düşündüğüm için kısa bir süre sonra oradan da ayrıldım.
BOĞAZİÇİ’NDE DOKTORAMI BIRAKIP ABD’YE GİTTİM
Neden yurtdışına çıkmak istedin?
Ben iyi bir akademisyen olmak istiyorum ve bunun için en iyi ülkenin Amerika olduğunu düşündüm. Çalışma disiplini, doktora programlarının zenginliği, öğrenciye katkısı ve en önemlisi de Türkiye’deki gibi ast-üst ilişkisinin olmaması, size akademisyen adayı olarak değer vermeleri, düşüncelerinize, fikirlerinize önem verildiği, yazdıklarınızın okunduğu, geliştirildiği ve geri dönüş alabildiğiniz bir akademik dünya açısından Amerika’yı hep istedim.
Boğaziçi’nde doktoraya devam ederken, Amerika’ya başvurular yaptım. 2008-2009 döneminde Amerika’da yaşanan ekonomik kriz nedeniyle iki-üç sene burs bulamadım. Boğaziçi Üniversitesi’nde tezimi yarıladığım dönemde Gaziantep’te açılan Zirve Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak ders verdim. 2010 yılında başvurularımdan ikisine kabul geldi ve ben Clark Üniversitesi’nde Tarih bölümünde doktoraya başladım.
Siyaset Bilimi’nden Tarih’e geçişin özel bir nedeni var mı?
Benim Boğaziçi’nde çalıştığım konu Türkiye’de sivil-asker ilişkileriydi. Özellikle AKP’nin ilk iki iktidar döneminde Türkiye’de silahlı kuvvetlerin demokratik kontrolü ve sivil otoritenin kontrolü altına alınmasına odaklanmıştım. 2004-2007 arasında Türkiye demokrasisinin konsolidasyonu İspanya ve Yunanistan örnekleri ile karşılaştırılmasıydı. Çok ilgi duyduğum bir konu değildi. Tarih okumaları yapmaya çok daha yatkındım. Hayatımı değiştiren en önemli şey Taner Akçam’ın “Ermeni Meselesi Hallolunmuştur” kitabına Ömer Laçiner’in yazdığı önsözdeki bir kaç cümle oldu.
Neydi o cümleler?
Laçiner, önsözde Ermeni katliamının ekonomik temelinden bahsediyordu. Yani Ermenilere ait malların, mülklerin, mal varlıklarının bu kıyıma iştirak eden sıradan insanlara, yerel elitlere ve eşrafa devredilmesi üzerine çok derine girmeyen bir analiz vardı. Bu kısa analiz beni çok etkiledi. Çünkü böylesine büyük bir katliamın sadece merkezi yönetim tarafından gerçekleşmesi mümkün değildi, bu kadar kolay olması benim aklıma yatmıyordu. Ki doktoramı da bu konu eksenine kaydırdım. Ve Taner Akçam ile tanıştım. Bana çok katkısı oldu.
Doktora tezinin konusu ne tam olarak?
Gaziantep Ermenilerinin tarihini çalışıyorum. Spesifik olarak çalıştığım tarihsel periyot ise 19. yüzyılın üçüncü ve 20. yüzyılın ikinci çeyreği yani 1880’lerden 1920’nin sonuna kadar uzanan dönem. Bu dönemde Ermenilerle Müslümanlar arasındaki ilişkiye, “Ermeniler Müslümanları kesmiş, Müslümanlarda Ermenileri kesmiş” gibi yaklaşmadım. Aynı bölgede, yani Anadolu’da, özellikle Doğu Anadolu’da Ermenilerin yoğun yaşadığı vilayetlerin içerisinde Ermenilerle Müslümanların komşu gibi yaşadığı bir bölgede ne oldu da iki tane farklı etnik, dini kökenden gelen cemaat birbirine girdi? Sorduğum soru bu.
Müslüman ve Ermeniler arasındaki ilişkiler ve 1915 Tehciri, 1915-18 arası tehcir döneminde Ermenilerin taşınır ve taşınmaz mallarının nasıl el değiştirdiği gibi konular. Çünkü bu dönemde Ermenilerin tehcir edildiklerde yerlerde Ermenilere ait mal varlıkları el değiştirdi ve yeni bir zengin sınıf, ilk kapitalist sınıf temayüz etti. Bu konuları araştırmak için Ermenice ve Fransızca öğrendim, Osmanlıcayı da bir hayli ilerlettim.
ÜNİVERSİTEDE BEYNİMİ BOŞ ŞEYLERLE DOLDURDUM
Kendini siyasal olarak nasıl tanımlıyorsunuz?
Üniversitedeyken daha çok örgütlü sol siyasetin içerisinde yer aldım. Öncesinde siyaseten çok fazla aktif biri değildim. Üniversiteye geldiğimde siyasi kültürel ortamın da etkisiyle kendimi sol çevrenin içinde buldum. ODTÜ’de birçok sol fraksiyon var. Orada kendimi ÖDP’ye daha yakın buldum. ÖDP, Devrimci Yol çizgisini takip ediyordu. O ara sol literatür üzerine ne varsa okudum ben de. Beynimi boş şeylerle doldurdum yani açıkçası. Siyaset yapmanın dışında aktif olarak çalışıyordum. Bildiriler dağıtma, toplantılara gitme, Birgün gazetesinde aktif olarak çalışmaya başladım.
Hangi yıllar arasında?
Bunlar 2003-2006’da arasında oldu. İngiltere’ye gittikten sonra bambaşka bir insan olarak döndüm Türkiye’ye. Sadece altı ay içinde. Avrupa’ya gittim ve değiştim, öyle bir şey yok. Orada tanıştığım birisi benim siyasi düşüncemi değiştirdi.
Kim?
Oğuz Dilek. O zaman Keele Üniversitesi’ndeydi. Şimdi Zirve Üniversitesi’nde çalışıyor. Kendisi düşüncelerimi oldukça etkiledi, dogmalarımı bertaraf etti. Çünkü ODTÜ’de ciddi anlamda Ortodoks bir Marksist olduğumu söyleyebilirim.
İngiltere’den döndükten sonra yani 2006’da kendi arkadaşlarım, sol çevremden dışlandım. İzole edildim. Çünkü, onların gözünde “liberal” olmuştum artık. Belli konularda tavırlarını çok fazla eleştiriyordum. Eleştirilerim çok fazla kafalarına yatmıyordu. Beni revizyonist, liboş, oportünist hatta dönek olmakla suçladılar. Böylece ODTÜ’deki sol ortamdan dışlandım.
MARKSİZİMDEN ELEŞTİREL DÜŞÜNCEYE KAYDIM
İngiltere’den döndükten sonra kendini siyasi olarak nasıl tanımladın?
Pozisyonumu tamamen kritik düşünce olarak tanımlayabilirim. Bir meseleyi muhakeme ve analiz ederek, başka konularla olan bağlantılarını ve rabıtalarını kurarak düşünmeye çalışmak. İngiltere öncesinde Max Weber bir “liboştu” bizim için. Weber’in liberalizmle ne alakası var? Adam sırf, toplumların birbiriyle olan ilişkilerini, statü kavramıyla açıklıyor diye liberal olabilir mi? Dahası okulda hocalarımızın bir kısmı da Weber’i böyle okuyordu. İşin trajikomik tarafı buydu.
ODTÜ’de?
Evet, bazı hocalarım gerçekten bu düşüncedeydi. Sonradan düşündüğümde bu beni şok etmişti. Biz bir ideolojiyi diğer ideolojilerin üstüne koyuyorduk. Yani kendi ideolojimiz eleştiriden azadeydi. İngiltere’deki kısa dönemde çok şey öğrendim. Kütüphanede kitap okumayı, kütüphanede araştırma yapmayı öğrendim, tanıdım.
ODTÜ’de, Boğaziçi’nde bilmiyor muydun bunları?
Hayır. Çünkü biz ODTÜ’deyken zaten her şeyi biliyorduk. Hegel’i en iyi biz biliriz, Marx’ı da biliriz. Gramsci zaten bizden sorulur. Althsser yapısalcı, onu geç zaten vs. Ve bunun ekmeğini yiyorduk, onu söylemeliyim. Böyle rezalet bir ortam. Şimdi böyle bir ortamda nasıl eleştirel düşünce gelişsin, nasıl başka bir fikre insan kulak versin?
Kısaca okumuyorduk aslında, hiç okumuyorduk. Ben okuduğumuzu zannediyordum ama okumuyorduk. İngiltere’de Oğuz Dilek, ODTÜ’de de siyasi düşünce dersi veren Cem Deveci ve daha sonra Halil Berktay benim entelektüel, akademik eğitimimde, hafıza geçmişimde, bagajımda etkili olmuş üç önemli isimdir.
Bugüne geldiğinde kendini nasıl tanımlıyorsun?
Bu aralar bunu çok sık düşünmeye başladım. Geçtiğimiz günlerde bir toplantı vardı. Ben bir sunum yaptım. Konusu da “Türkiye neden Ermeni Soykırımı’nı inkâr ediyor?” üzerineydi. Sunum çok etkili oldu. Televizyonlar, gazeteler baya ilgi gösterdiler.
KENDİMİ HİÇ ZAMAN ‘TÜRK’ HİSSETMEDİM
Neden?
Sunumu izleyen bir kadın beni bir kenara çekti ve; “Sen nasıl sana empoze edilen fikirlerle mücadele ettin, onları nasıl değiştirdin?” diye sordu. Sanırım Türk olduğum için Ermeni soykırımı konusunda Türkiye tezlerini savunmam bekleniyordu. Hayatımda hiçbir zaman bir etnisiteye, ırka, ulusa bağlılık duymadım. Ben bir bilim insanı olarak karşımdaki olgulardan hareketle olan biteni anlamaya çalışan biriyim. Kendimi bildim bileli hiçbir zaman “Türk” gibi hissetmedim. Hiçbir zaman Türklüğümle ilgili bir övüncüm ya da eleştirim olmadı. Türklüğün diğer etnik kimliklerden farklı olduğunu düşünmüyorum.
Türkiye’yi hangi araçlarla izliyorsunuz, takip ediyorsunuz?
Türkiye’yi çok sık izlemiyorum onu söyleyeyim. Çünkü artık ne olup, bittiğini açıkçası merak etmiyorum. Takip ettiğim zamanlardaysa gazeteleri internetten izliyorum ama sadece spotlarını okuyorum. Onun dışında New York Times’ı, Guardian’ı takip ediyorum. Türkiye üzerine bir şey okuyacaksam İngilizce okumaya gayret gösteriyorum.
SIRTIMIZDAKİ YÜK BİZİ TAİP EDİYOR
Türkiye’yi konuşalım biraz isterseniz. Amerika’dan baktığınızda ne düşünüyorsun Türkiye hakkında?
Türkiye’de olan bitene, sahip olduğum tarihçi formasyonumdan dolayı, biraz daha tarihselleştirerek bakmaya çalışıyorum. Olayların arka planını, geçmişini, bu olayların nereden beslendiğine, kökünün nereden çıktığına bakmaya çalışıyorum. Gördüğüm şu: Sırtımızda tarihin ağır bir yükü var ve o bizi takip ediyor.
Nedir tarihin ağır yükü?
Tarihin ağır yükünden kastım, imparatorluktan ulus-devlete geçiş sürecinde yapılan yanlışların yarattığı sonuçlar. Türkiye’de olanlar, özellikle yaşanan bölünme bu eksende yaşanıyor.
TÜRKİYE’DE CİDDİ BİR SİYASİ İSLAM SORUNU VAR
Hangi bölünme?
Türkiye’de farklı toplumsal kesimler arasında yaşanan kamplaşma ve ayrışma. Elbette bu süreçte siyasetin kutuplaştırıcı dilinin etkisi olsa da; bu ayrışmayı besleyen asıl neden bence tarihsel yük. Her toplumda farklı kültürel, dinsel, etnik farklılıklar olması normaldir. Ama bu farklılıkların ortak bazı asgari müşterekleri, ortak paydalar vardır. O paydalar etrafında bir araya gelirsin, toplum sözleşmesi de budur zaten. Türkiye, toplumsal sözleşmenin çok uzağında. AKP iktidar döneminde geçmişte Kemalizm’e bu kadar çok yüklendiğim için kendimi eleştirme noktasına geldim. Geçmişte birçok sorunun kökeninde Kemalizm’i sorumlu tutmuş ve onu günah keçisi gibi görmüşüm. Bunu geçmiş dönemdeki yazılarımdan görüyorum.
Oysa bugün gördüğüm şu; Türkiye’nin çok ciddi bir siyasi İslam sorunu var. Ve şu anda geçmişe rövanşizmle bakan bir siyasal anlayış var. Bu bence Kemalizm’den daha tehlikeli.
Neden?
Ben Türkiye’de bugün yaşanan sorunların, toplumdaki ayrışmanın, kutuplaşmanın, bu intikam duygusunun arkasında Kemalizm’in olduğunu düşünmüyorum. Bu Freneştaynı Kemalizm yaratmadı. Sorunlarımız tarihin derinliklerinde yatıyor. Elbette Kemalizm’in de vebali var, hataları oldu. Tek parti dönemi uygulamaları, darbeler ve 28 Şubat süreci vs.
Ama ne olursa olsun Kemalizm, ülkenin kurucu ideolojisi. Bu ideoloji sonuçta modern bir şey. Ve bunun Türkiye için ne kadar önemli olduğunu AKP iktidarı ve pratikleri ile daha iyi gördük.
Böyle düşünenler artıyor…
Pek çok insan Belki de, bugün yaşananları yaşamamız gerekiyor. Bu kutuplaşma sonrasında yaşanacaklardan sonra Türkiye’de bazı şeyleri yeniden kurmak zorunda kalabiliriz. Normalleşmenin yolu belki buradan geçiyor.
Bugün Müslüman, muhafazakâr bir hükümet 14 yıldır iktidarda. Peki “Türkiye’nin temel sorunları neler?” sorusunu kendime sorduğumda şu cevabı veriyorum. Türkiye’nin en büyük problemi, asgari bir ahlaki kodunun kalmaması. Elimizde ahlaki hiçbir referans kalmadı. Bir Müslüman, muhafazakâr iktidar hırsızlığı ahlaken nasıl meşrulaştırabilir? Ama meşrulaştırıldı, hatta hırsızlık ahlaki bir norm haline geldi. Ben bunu anlamıyorum, anlayamayacağım da.
LİBARAL DÜŞÜNCE DERNEĞİ’Nİ KURAN BUGÜN OTORİTERİZMİ SAVUNUYOR
Sizce neden böyle oldular, iktidar mı bozdu?
Bizim siyasi kültürümüzde ve anlayışımızda muhafazakârlık, hiç bir zaman gerçek manada bir fikriyat haline gelemedi. Muhafazakâr dediğin, özgürlükleri, hakkı hukuku sonuna kadar savunur. Ayrıca muhafazakârlık, sadece bir inanca bağlı olmakla ya da dini itikatları yerine getirmekle alakalı bir durum değildir. Aileye, toplumun eski geleneksel kurumlarına değer veren, buna inanan, toplumda hızlı değişimlere inanmayan, daha tedrici bir değişimin taraftarı olan bir fikriyattır. Bireysellik, muhafazakârlıkta çok önemlidir ama bizde böyle bir anlayış yok. Bunu Türkiye’de tartışmadık bile. Örnek vereyim…
Buyrun…
Liberal Düşünce Derneği’ni yılarca yöneten Atilla Yayla, bugün çıkmış otoriterliği savunuyor. Türkiye’de böyle bir eblehlik var yani. Atilla Yayla’nın geçmişte yazdıkları, çizdikleri ortada. Hakikaten patetik bir durum.
Demek istediğim şu: Biz en temel kavramlarda bile, bir kere olsun anlaşamıyoruz. O kavramların ne olduğunu da bilmiyoruz. Ahlaki kodlar iptal olmuş durumda. Ne baba oğluna, ne oğlu babaya inanıyor, güveniyor. Belki şunu da anlatmam gerekiyor.
Neyi?
Aslında bir dönem AKP’nin sözümona entelektüel kadrolarına bir hayli yakındım. Mesela Bülent Aras ile iki sene çalıştım. Bu süreçte SETA merkezli birçok figürle teşrik-i mesaim oldu. Bu ekibe dâhil olabilirdim ancak ben Amerika’ya gitmeyi tercih ettim. Bugün birçok Cumhurbaşkanı ve Başbakan danışmanı olan, medyada önemli yerler edinen ve akıl almaz paralar kazanan bu kişilerin birçoğunun zerre-i miskal entelektüel bir derinliği olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim. Şimdi hepsinin neler yaptığını biliyoruz. O grup içinde İbrahim Kalın’ı çıkarırsak hepsinin entelektüel bagajları, çapları o kadar düşük ki. Bunların geldikleri düşünce çizgisi belki bir zaman araştırma konusu olur. Maalesef Türkiye’nin siyasetini yönlendiren isimlerden bazıları bunlar. Tabi bir de bunlara yakın medyada köşe yazarları, TV programcıları var. Bunların hepsi bir network.
TÜRKİYE’YE GELMEK İSTEMİYORUM
Türkiye’de yaşananlar gelecek planınızı nasıl etkiledi?
Türkiye’ye gelme planım kısa vadede de, uzun vadede de yok açıkçası. Tabii hayat benim planlarıma göre işlemeyecek. Ne olup biteceğini bilmiyorum ancak prensip olarak Türkiye‘ye gelmek istemiyorum. Türkiye’de ders vermek istemiyorum. Türkiye’de herhangi biriyle, herhangi bir şey tartışabileceğimi düşünmüyorum. Konuştuklarımla ilgili bana bir İskandinavyalı gibi bakacaklarını düşünüyorum.
Türkiye’den bazı konuşmalara davet ediyorlar. Beni dinleyen insanlar öyle bir şaşkınlıkla bakıyorlar ki, ben de şaşırıyorum. Oysa yaptığım konuşmalar, literatürde tartışılan son derece klişe tartışmalar. Ama bizde hiçbir şekilde yapılmıyor ve okumuyor. Tabi son gelişmeler de beni Türkiye’den koparıyor.
Hangi gelişmeler?
Mesela son dönemde artan terör eylemleri. Bir bildiriye imza attığı için akademisyenlerin başına gelenler. Bırakın ülkeyi düşünmeyi kendi hayatınızı özgürce yaşama şansınız yok Türkiye’de.
Tabii ki, çalıştığım konu nedeniyle birçok devlet üniversitesinde çalışma imkanım zaten olmayacak. Özel üniversitelerdeki durum zaten ortada. Böyle bir ortamda nasıl okuyup yazacağım. Yazmak istediklerim var ama böyle bir şiddet ortamda bunlar yazılmaz. Bir kitap okuyacaksın, iki dakika kafanı dinlemek için TV’yi açacaksın; işte tartışmalar ortada; ne okuma hevesin kalıyor ne bir şey yazma isteğin. Çocuğumun böyle bir ortamda büyümesini istemem açıkçası. Dolayısıyla Türkiye’ye dönme niyetim ne yazık ki yok.
ÇEVREMDE ERDOĞAN’IN DİKATÖR OLDUĞUNA İNANAN VAR
Çevrendekilerin Türkiye’deki gelişmelere bakışı nasıl?
Buradakiler, şuna inanmış durumdalar: Türkiye’de bir “diktatör” var, her şeyi istediği biçimde yapıyor. Hatta öncesinde “hırsız” diyorlar; önce hırsız, sonra diktatör olarak görüyorlar.
Şu örneği vereyim, buradaki Ermeniler, her yaz Türkiye’ye gelip Anadolu’yu gezerdi. Dedelerinin doğdukları yerlere giderler, oraları dolaşırlardı. İki senedir hiç kimse adımını atmıyor, korkuyorlar. Düşünebiliyor musun Türkiye’ye gelmekten korkuyorlar. Çünkü can güvenliklerinin olduklarını düşünmüyorlar, bombalamadan, terörden korkuyorlar. Gaziantep’e gelen Ermeniler vardı, bazılarını ben gezdiriyordum ama artık gelmiyorlar. Çünkü Antep’te 3 bine yakın IŞİD mensubu olduğunu, IŞİD hücreleri olduğunu biliyorlar. Ben iktidarın IŞİD’i desteklediğine inanmıyorum ama buradakiler inanıyor. İktidarın yürüttüğü politikanın, IŞİD gibi, El Nusra gibi örgütlerin palazlanmasına cevaz verdiğine inanıyorlar.
Ana akım düşünce Türkiye’de otoriter bir rejim var, Türkiye’de bir diktatör var, Türkiye IŞİD’i destekliyor, Batı’dan uzaklaşıyor, Türkiye Amerika’dan uzaklaşıyor, AB’den uzaklaşıyor diye düşünüyor. Böyle konsolide olmuş bir algı var.
YÜZDE 48,8 OY BENİ ŞAŞIRTTI
Sizin son bir yıl içinde dikkatini çeken ne oldu?
Seçimlerden AK Parti’nin aldığı yüzde 49,8 oy. Ben nakavt oldum! Benim için en büyük gelişme buydu açıkçası. Bu seçimden sonra ben Türkiye toplumuna inanmayı bıraktım; artık Türkiye toplumu üzerine düşünmeyi, analiz geliştirmeyi bıraktım.
Hangi şartlar olursa dönersiniz Türkiye’ye peki?
Asgari bir özgürlük ve demokratik ortamın varlığını mutlak surette Türkiye’ye dönmem fikriden beni uzaklaştırabilir. Mesele benim dönüp dönmememden bağımsız aslında, hatta bunun hiçbir önemi de yok. Esas olan bugün ciddi anlamda kaybettiğimiz asgari ahlaki müştereklerimizi yeninde oluşturmak ve yeni bir “insanlık sözleşmesi” inşa etmek. Türkiye’nin bugün yaşadığı toplumsal kutuplaşmanın aşılmasının geçmişle yüzleşmekten geçtiğini de belirtmek isterim.
KAYNAK: MURAT AKSOY / HABERDAR
(Bu yazı dizisi Objective Araştırmacı Gazetecilik Programı’nın bursuyla gerçekleştirilmiştir)