BİLGEHAN UÇAK / HABERDAR (RÖPORTAJ) – Eski milletvekili Ufuk Uras ile güncel siyaseti, biraz Sol’un geleceğini, basının durumunu, Doğu’da yaşananları, Ergenekon’u konuştuk… 2010 Referandumu’nda verdiği “yetmez ama evet” oyu için “kefil olmadık, ilkeleri savunduk” diyen Uras, Ergenekon süreci için de “2006’da başlasaydı Hrant Dink bugün hayatta olurdu” dedi.
Sizinle konuşmayı düşündüğüm çok konu var ama en günceliyle başlayalım. Yazarlarından biri olduğunuz Yeni Yüzyıl kapatıldı. Orada yazdığınız için eleştiri de almıştınız.
Gazetenin konsepti ve attığı manşetlere bakarsanız, “Davutoğlucu” yaftasını hak etmediğini düşünüyorum. Silopi’deki, Sur’daki olayların hepsini manşetten verebilmişti. O sıralarda bir de Karar Gazetesi çıkacaktı biliyorsunuz, bence onunla karıştırıldı. Erol Mütercimler’den Zafer Arapkir’e…
En farklı yazıları yazan ve benim büyük keyifle okuduğum Işıl Cinmen’e…
Evet çok farklı kesimlerden insanlar vardı.
Ayrıca, bu önemli mi? Davutoğlu çıkartsa kaç yazar? Siz ne yazdığınızdan sorumlusunuz bence, nerede yazdığınızdan değil.
Benim kimin çıkardığına da bilemiyorum. Zaten ben de o saikle yazmaya başladım. Yazılarımda da bugün kadar söyleyegeldiğim konuları işlemeye devam ettim. Yazılara bir eleştiri gelmedi. “Nasıl bir Sol”, “Özgürlükçü Sol günceli nasıl yorumlamalı” gibi konuları ele aldım çoğunlukla.
Daha önce de Gündem’de yazıyordunuz…
Orada da bir yazım yayımlanmayınca ayrıldım.
Neden basmadılar?
Barış Süreci ile ilgili bir yazımı basmadılar ama tahminim bir önceki yazıdan kaynaklandığı. “Ermeni diasporasını şeytanlaştırmak yanlıştır” diye bir yazı yazmıştım. Bana kesin bir şey söylenmedi ama. Dediklerim spekülasyon da olabilir. Uzun süre bir yerde yazmadım. İşte Yeni Yüzyıl’dan teklif gelince tekrar yazmaya döndüm. Ama ben amatör biriyim bu yazı konusunda. Sait Faik’in dediği şekilde, “yazmasam çıldırırdım” gibi bir düşüncem yok. Gazete köşelerinde, siyaseten savunageldiğim düşünceleri yazıyorum.
Ben size 2007 seçimlerinde oy vermiştim. Ama sizi en çok eleştireceğim konu da Referandum oylamasına gitmemeniz oldu. Neden gitmediniz? İşte parti kapatmayı zorlaştıran madde takılıverdi…
Onu daha önce de anlattım. O dönem BDP grubu içerisinde yer alıyordum. 19+1 diye bir formül üretmiştik. Ben onlar grup kurabilsin diye partiye katılmıştım hatırlarsan. Ve parti disiplinine uyuyordum. E maddelerin hepsi de geçiyordu. O maddenin geçmemesi sürpriz oldu. BDP, o dönemde beş milletvekilini görevlendirdi, onlar gidip oy verdiler. Muhtemelen AKP’den…
Murat Başesgioğlu, Kürşat Tüzmen…
Ben ondan sonra BDP ile konuşup bizim Özgürlükçü Sol olarak bir perspektifimiz var, oy vereceğim, dedim. O akış bozulmuştu çünkü. Onlar da bunu çok olumlu karşıladılar. HSYK maddesi dışındaki diğer maddeler için olumlu yönde oy kullandım. Sonra da, “Erdoğan’a Hayır, Referandum’a Evet” kampanyası başlayınca, “evet” dedim. Sanki kişisel olarak benim tutumummuş gibi bir algı oluştu, benim yaptığım parti politikasına saygı göstermekti. O doğrultuda davrandım.
Söyleşiye başlamadan önce sohbet ederken, “vekilken kendimi çok yalnız hissettim” dediniz. Açar mısınız biraz o sözü?
Meclis hakikaten tımarhane gibi bir yer. 550 vekil var, her gün binlerce insan gidip geliyor. BDP olarak bize yoğun bir ilgi var. Bu dört yılda yaşadıklarımı üç kitapta somutlaştırdım: Sokaktan Parlamentoya, Söz Meclisten Dışarı, Meclis Notları. Şimdi bir otobiyografik çalışma üzerindeyim ve onu da sayacak olursak dört kitap. Bu kitaplara, yani benim meclisteki çalışmalarıma yönelik eleştiri yok!
Baskın Hoca girebilmiş olsaydı nasıl olurdu?
Tabii çok iyi olurdu!
BDP’nin Baskın Oran’a karşı bir aday çıkarmış olmasını nasıl buluyorsunuz?
Yanlış. Çok yanlış. Bir bölgeden iki aday çıkınca hiçbir sonuç alınamadığı ortada. Biz birinci bölgede, çok iyi bir çalışma olmasına rağmen 2.500 oy farkla kazanabildik seçimi. Arkamdan gelen MHP’li vekille aramdaki fark sadece bu kadardı. “Meclise Ufuk Gerek” diye bir kampanya yaptık ama benim kişisel bir beklentim olduğundan değil, “Sol’un Ortak Adayı” olarak seçildim.
ÖDP de size çok laf etti…
Ben orada parti organının verdiği kararla aday gösterildim. Benim adaylığımdan çok, yeni genel başkanın seçilme sürecindeki olaylar olarak görüyorum onları. Sol, mecliste temsil ediliyorken yeni bir sayfa açmak lazımdı. Düşünsene, kürsüde yemin ederken yakamda ÖDP rozeti vardı! Mesele, Sol’un en geniş hattını oluşturabilmek. “Küçük olsun benim olsun” yanlış bir tavır.
Bugün ÖDP diye bir partiye gerek var mı sizce? HDP çatısı yeterli değil mi?
Biz YSGP olarak öyle yaptık. HDP bileşeni olarak yer aldık. İsteriz ki, herkes bu çatı altında kendi siyasetini yapmaya devam etsin. Ortak paydalarda buluşmamız lazım.
HDP, Türkiye partisi olmaya çok yaklaşmışken o fırsatı kaçırdı mı sizce?
Aslında Haziran seçimleri olmasa, Kasım’daki yüzde 10’un üzerindeki sonuç hepimizi sevindirecekti. HDP’nin iki farklı araştırma kuruluşuna yaptırdığı anketlerde görünen partinin hâlâ barajın üstünde olduğu. Zaten bu yüzden bu kadar saldırı var. 6-7 bandında olsa, bu kadar uğraşılmazdı. AKP’ye karşı en büyük sorun şu: Bir şeyin gitmesi için yerine gelen bir şey olması lazım. HDP, bu umudu vaat eden yegâne partiydi. Çok eşitsiz koşullarda, miting yapamadan, hazine yardımı almadan bir seçim yapılıyor ve buna rağmen HDP suçlanıyor. Böyle bir şey olamaz. HDP’nin Meclis’teki temsilinin ne kadar önemli olduğunu anlayamıyorlar hâlâ. Kürtlerin bölgedeki akrabalarıyla iyi ilişkilerde bulunarak sorunun çözülmesi gerekiyorken dokunulmazlıkların kaldırılması çok tehlikeli.
Akın Birdal, “en tehlikeli hendek dokunulmazlıkların kaldırılmasıdır” demişti.
Çok haklı. Özellikle CHP’nin de Yurttan Sesler korosunun bir parçası olmasıyla birlikte bence büyük bir hata yapıldı. Kürt Sorunu’nun çözümü için yurttaş merkezli bir anayasa yapılarak demokratik cumhuriyete adım atılması lazım. Bunun yerine, kimin kiminle yan yana gelindiğine bakılıyor. Faşizmlerde azamide buluşulur, demokrasilerde ise asgaride. Biz bunu 2010 Referandumu’nda da yaşadık. “Erdoğan’a Hayır, Referandum’a Evet” dedik ama adımız “Yetmez Ama Evetçi”ye çıktı!
Doğu’da yaşananlar… Artık herkese aynı soruları soruyorum. Ölümler, yıkımlar, korkunç duvar yazıları, yatak odası fotoğrafları, bombalar, mayınlar, ruhsal kopuş…
Çok intikamcı bir yaklaşım var. Güvenlik konsepti üstünden alınan tutumların, yani geçici çözümlerden kalıcı sonuçlar ummanın mantıksızlığı açık. Bunu görmek gerek. Marx’ın bir lafı vardır, “zirvelerde” der, “hep aynı şarkılar söylenir.” AKP’nin de var olan devlet refleksini devraldığını görüyoruz. “Tek adam yönetimi” bizim makûs bir talihimiz sanki! Aşağıdan yukarı bir sivil demokrasiye ihtiyacımız var. İşte bu söyleşiyi yaptığımız gün, Gezi’nin yıldönümü. Kendi yaşam alanını savunanların zaferle çıktığı bir gün bu… Kıymetini bilelim bu mücadelenin. Gezi bize şunu gösterdi: Neye karşı olduğunu gösterdiğinde yan yana gelenler, eğer neden karşı olduğunu göstermekte yan yana gelemezse, sonuç almak mümkün değil. Öte yandan, 21 yıldır tutuklu olan bir arkadaşımız var…
İlhan Çomak…
Evet, İlhan’ın tutukluluğu 21 sene olmuş. Nasıl bir şey bu? “Yasalar cibinlik gibidir, sinekler takılır, eşekarıları deler geçer” diye bir laf vardır, işte bizim yasalar karşısındaki durumumuz da bu! İlhan’ın içeride geçirdiği ve muhtemelen beraat edeceği 21 yılının hesabını kim verecek? Geçen gün, Kurbağalıdere’de bir arkadaşımın kızı yürüyüş yaparken bir kamyonun altına kalıp hayatını kaybetti. Adam serbest bırakıldı! Dünyanın neresinde görülmüş, bir kızın yürüyüş yaparken bir damperli kamyonun altında kalıp öldüğü? Bir isyan duygusu doluyor insanların içine. Neden ben bunların tanığı oluyorum, diye. Yılmaz Güney’in filmlerinden birindeki sahneyi hatırladım: İki eşkiya konuşur. Biri der ki, “Eğer insan yerine konulsaydık dağa çıkar mıydık biz?” Siyasetle hiçbir alakası olmayan bir eşkiyanın bile ruh hali bu işte… İnsanların hakir görülmesi, yaşadıkları mağduriyetler, emin olun yoksulluktan da öte bir tepki yaratıyor.
PKK’nın tavrı için ne düşünüyorsunuz?
Toplumsal hak taleplerinin ancak toplumsal meşruiyet zemininde genişleyebileceğini ve yalnız bu hak mücadelelerinin bir toplumsal meşruiyetleri yok ise, bunun bir siyasi intihara dönüşebileceğini düşünüyorum. Türkiye’de başta anayasa değişimi olmak üzere yurttaş merkezli bir anayasa yapılması şart. Dolmabahçe Mutabakatı’nı ilerletecek bir demokratik olgunluğun maalesef gösterilemediğini görüyorum. Hem AKP hem de gene toplumsal muhalefet açısından. Baki bu Çözüm Süreci için “AKP ile mi sürdüreceğiz?” dediğin anda kopuş başlıyor. Tabii AKP ile sürdürmek zorundasın. Başka kim var? Madagaskar hükümeti ile mi görüşeceksin? Mandela’nın dediği gibi, “tam da onlarla müzakere edilmesi gereken” bir dönemdi bu. Her şeye rağmen, ben bu toplumda diri kalmış bir vicdan da olduğuna da inanıyorum. PKK kısmına dönersem, kısa dönemde yeni bir zemin yaratmak zor. Varolan zeminden, Dolmabahçe’den devam etmek gerektiğini düşünüyorum. Bunu da kimlerin yapabileceği ortada. CHP’den bir beklentiyle, onların siyasi bir reenkarnasyona uğrayacağını ümit ederek, yahut AKP’nin yarılması veya Merkez Sağ’a yeni gelen aday vesaire… Bunlar Sol’un siyasetsizliği olabilir ancak. Nafile çabalar bunlar. “Klozet altın mıydı” diye bir siyaset yaparsan ve eğer adam gelip “bak bakalım altın mıymış” dediğinden senin balonun biterken onları da güçlendirmiş oluyorsun. CHP’yi eleştirme sebebim şu: ALdığı yanlış pozisyonlar sebebiyle AKP’ye sürekli destek veriyor olması. Yoksa, bırak kendi hallerine…
O kadar açıksınız değil mi?
Seks kasetlerinin de, Ekmeleddin Bey’in aday gösterilmesinin de ben bir “siyasi mühendislik” olduğuna inanıyorum. Elimde somut bir kanıt bulunmuyor tabii ama hiçbir şüphem de yok! Kennedy’yi kimin öldürdüğü konusunda da bir kanıt yoktur ama çok kuvvetli bir kanaat vardır, benimki de o hesap.
Savaş halinin “bugün, hemen!” bitmesi için ne yapılması lazım? İlk hamlenin PKK’dan mı gelmesi lazım?
Eşanlı olarak parmakların tetikte çekilmesi lazım. Bir üçüncü gözün de süreci izlemesi, müdahil olması gerekiyor. Akil İnsanlar Heyeti ile son hükümet görüşme bile yapmadı! Halbuki onların sayesinde toplumdaki barış beklentisi 70-80’lere yükselmişti. Milliyetçi yaygaraya rağmen çok yüksek bir oran bu. Çözümün adresi TBMM’dir, bir şekilde zorlamamız lazım, sivil siyasetin alanı hep açık olmalı…
AKP kongresindeki “ayakta mektup dinleme sahnesini” nasıl yorumluyorsunuz?
Çok ayıp bir şey. Yüksek yargı mensupları Cumhurbaşkanı ile çay topluyorlar ya artık, bakın Almanya’da, Anayasa Mahkemesi böyle etkilenmelere yol açılmasın diye başkentte değildir. Bizim bunu anlayabilmemiz çok zor. Çorba çatalla içilmez. Eğer düşünceniz buysa pastoral bir hayata başlamanız daha doğru olacaktır. Ya hukuk devleti olacağız ya da hukuku olan devlet. Biz ikincisini yaşıyoruz.
Ergenekon ve Balyoz’u da sormak istiyorum. Meğer ikisi de yokmuş…
Biz o dönemde de hem hukuka uyulması hem de bunlarla yüzleşilmesi gerektiğini söyledik. Mesela, Ahmet Şık gözaltına alınınca hemen tepki göstermiştik. Türkan Saylan ile İlhan Selçuk için de aynısı geçerli… Herkesin aynı torbaya doldurulması torbayı masumlaştırmıyor. Benim bu konuda en ufak şüphem yok. Şunu da iddia ediyorum, bu süreç 2007’de değil de 2006’da başlasaydı Hrant bugün hayatta olurdu. Yok diyenlere şu soruyu hep beraber soralım: Danıştay saldırısını kim yaptı? Aileye verdikleri söz de o tetikçi çocukla sınırlı kaldı. Ben o gün oraya gittiğimde, esnaf bana ayaküstü kaç kişi olduklarını, nerelere kaçtıklarını, hepsini anlattı.
Sevan Nişanyan ile bitirelim. Onun başına gelenlere diyecek bir söz bulamıyorum ben…
En son IMC TV’de bir program yapmıştık. Sevan, Türkiye’de imar yasasından içerde olan tek kişi. Ama onunla ilgili ideolojik kampanyalar esas olarak Yanlış Cumhuriyet kitabının ertesinde başlatıldı. Değişik formüller üretmeye çalışıyoruz onun için. Bir entelektüeli cezalandırma operasyonudur ona yapılan. Çok değerli bir adam, çok iyi bir entelektüeli hapiste tutmanın hiçbir kabul edilebilir tarafı yok.
KAYNAK: HABERDAR