MURAT AKSOY / HABERDAR
NEDEN GİDİYORLAR? NEDEN DÖNMÜYORLAR (9. BÖLÜM)
Zeynep Aydos (Sciences Po Paris Hukuk Fakültesi’nde doktora yapıyor ve ders veriyor, Fransa)
Sciences Po Paris Hukuk Fakültesi’nde doktora yapan Zeynep Aydos, Türkiye’de hukuk üzerinde kurulan şahsi vesayetin yarattığı tehlikelerin altını çiziyor. Aydos, “Bugünkü Türkiye insanı hukuk okuduğuna pişman eder. Bir oyun düşünün kimse kurallarına uymasın. Oysa hukuk, kuralların belli olduğu oyundur” dedi
Kısaca kendini tanıtır mısın?
Ankara’da doğdum. Hukukçuyum. Galatasaray Üniversitesi mezunuyum. London School of Economics’de yüksek lisans yaptım. Türkiye’de kısa bir süre uluslararası bir hukuk bürosunda çalıştım. Avrupa Yatırım Bankası’nda finansal işlemler departmanında bir müddet staj yapma imkanı buldum. Mesleğe rekabet ve finans hukuku ile başladım diyebilirim. Tüm bunları yaparken aklımda hep kamu hukuku vardı. Kamu hukukuna dönmek istedim. Bu alanda doktoraya hazırlanmaya başladığım sıralarda AİHM sınav açtı. O sınavı kazanınca dört yıllık bir süre için AİHM’ne yani Fransa’ya (Strazburg) gittim.
Ne yaptın AİHM’de?
AİHM’de raportör/tetkik hakim olarak çalıştım. 2013’te de Strazburg’dan Paris’e geçtim. Sciences Po Paris Hukuk Fakültesinde uluslararası hukuk ve hukuk teorisi alanında doktoraya başladım. Burada hem burs aldım hem de Türkiye’den farklı olarak, doktora yaparken lisans seviyesinde kendi derslerimi açma imkanım oldu. Türkiye’de böyle bir imkân yok. Sciences Po Hukuk’ta istiyorlar ki orada araştırma yapan insanlar ders de versinler. Böylece akademiye hızlı bir giriş yapmış oldum.
KÜRESEL HUKUK, MİLLİ SINIRLARI ANLAMSIZLAŞTIRIYOR
Ne üzerine doktora yapıyorsun?
Tezim, uluslararası mahkemeler ve genel olarak uluslararası ihtilaf çözüm sistemlerinin hukuk yapımındaki rolü üzerine. Halen devam ediyor, son aşamadayım. Uluslararası mahkemeler hukuku nasıl yaratıyor, dönüştürüyor, ekonomik, sosyal sorunları hukuka nasıl tercüme ediyor. Bu bağlamda odaklandığım üç kurum var, en çok bilineni AİHM; bir diğeri Uluslararası Yatırım Uyuşmazlıklarının Çözüm Merkezi (ICSID); bir diğeri Dünya Ticaret Örgütü’nün (WTO) ihtilaf çözüm sistemi.
Farklı alanlar üzerinden mahkemeler nasıl hukuk yapıyor ve bunlar ulusötesi planda nasıl bir sistem meydana getiriyor bunu ortaya koyuyorum. “Global law” (küresel hukuk) olarak kavramsallaştırdığımız olgunun bir veçhesi bu süreçler ama çok önemli bir veçhesi. Mahkemeler, mahkeme kararları, hukukun merkezini oluşturuyor çünkü.
Küresel hukuk, milli hukuku nasıl etkiliyor? Yani hukuk milli olmaktan çıkıyor mu?
Evet. Bu alandaki çok karmaşık gelişmeler, süreçler hukuku millî olmaktan büyük oranda çıkarıyor. Uluslararası mahkemeler ve uluslararası ihtilaf çözüm sistemleri hukuku globalleştiren, ulusal olanın ötesine götüren en önemli mekanizmalardan bir tanesi. Uluslararası bir yükümlülüğün yerine getirilmesinin söz konusu olmadığı veya onunla sınırlı olmayan süreçler de var. Küresel hukuk derken, metodolojik milliyetçilik sonrası hukuku, tüm bu farklı süreçleri kapsayacak şekilde nasıl ele alırız, onun arayışı söz konusu olan. Hukuk normları, sınır tanımayan karmaşık süreçler içinde belirleniyor ve onlara bir şekilde uyuyoruz ya da uymaya çalışıyoruz.
Kanunu meclis çıkarıyor ama tek tek hükümlerine baktığımızda, ulusötesi süreçlerde belirlenen standartların, ilkelerin etkisi büyük. Şeklen, usulen milli fakat içerik milli değil. Yerel ve milli bir hukuk mümkün mü artık? Belki de hiç mümkün olmadı. Kaldı ki milli olmak bir kriter mi hukukta? “Kanunsuz suç ve ceza olmaz” çok mu milli bir ilke?
Kendini siyaseten nerede tanımlıyorsun?
Sol, sosyal demokrat bir duruşum var siyaseten. Belirli bir partiyi kastetmiyorum. Yani temel hak ve özgürlükler bakımından liberal ama sosyal adaletin, eşitliğin sağlanması açısından müdahalenin gerekliliğine inanan bir duruş.
TARTIŞMA PROGRAMLARI TRİBÜNE OYNAMA
Fransa’da yaşarken mesela öne çıkardığın bir kimlik siyaseti, var mı?
Türkiye’de bir azınlık aidiyetim yok açıkçası. Herhangi bir etnik ya da kültürel kimlik vurgum yok. Yurt dışında Türk olduğumu, Türkiye ile yakın bağlarımın devam ettiğini, sık sık gidip geldiğimi söylüyorum. Türk olmak yurt dışında kimliğimin bir parçası oluyor onu söyleyebilirim.
Türkiye’deki gelişmeleri hangi araçlarla takip ediyorsunuz genellikle?
En çok internetten, haber sitelerinden izliyorum. Sosyal medyayı da izliyorum. Eskiden televizyonlardaki tartışmaları yakından takip ediyordum fakat beş altı aydır seyretmiyorum onları.
Neden?
Tartışmalarda daha çok tribünlere oynayan insanlar var. “Bir hukukçu nasıl bunu söyler?” diye kendi kendime eziyet etmektense, izlememeyi tercih ediyorum. Tartışma programları bana biraz müsamereleri anımsatıyor artık. Şu görüşten olanlar böyle, bu görüşten olanlar şöyle. Böyle olunca da herkes kendi bildiği ezberleri tekrar ediyor.
Hukukçu kimliğiyle söyledikleri mi sizi rahatsız ediyor?
Sorun şu: herkes mesleğini, birikimini hiçe sayarak siyasal pozisyonuna göre yorum yapıyor. “Hakimler o kadar da bağımsız olmasın” gibi bir şeyi bir hukukçu söyleyemez diye düşünüyorum. Ama siyasi gerekçelerle söylediklerini normalleştiriyorlar. Ben, hukuk siyaset üstü ya da siyaset dışıdır asla demiyorum. Öte yandan, hukukçu sıfatıyla bir yerdeysem önce hukuki birikimi aktarırım, hukukun sunduğu alternatifler neler, mevcut düzenleme ne, sınırları ne, istenen değişiklikler neler, bunlar nasıl uygulanır, artıları eksileri neler vs.
Elbette bu aktarım dünya görüşümden bağımsız olmaz ama hukuki vaziyeti, müktesebatı tanırım. Olguları göz ardı etmem. Mesleğe saygı gereği, bir de faydalı olmak adına. Hukukta her şey tartışmaya, yoruma açıktır ama belli şartlar dahilinde. Geçtiğimiz günlerde başkanlık sistemi tartışılıyordu. Orada hukukçu olan konuklardan birinin söylediklerini duydukça, utandım.
TV’YE ÇIKAN UZMANLAR DA SİYASETÇİ GİBİ
Neden?
Bizim anayasa dersinde başkanlık sistemini anlatırken söylediğimiz en önemli şey: Kuvvetler ayrılığı ilkesidir. Başkanlık, kuvvetler ayrılığının en keskin, en katı olduğu rejimdir. Oysa TV’deki hukukçu, kuvvetler uyumu gibi bazı kavramsallaştırmalarla işin abecesine ters açıklamalar yapıyordu. Hangi sistemden bahsettiğini gerçekten anlamadım. Hukuk temel bir alan, kategoriler var kullandığımız, kategorilerin bir takım belirleyici özellikleri var. Bunlar stratejik amaçlı yeniden inşaya gelmez. Kafamıza göre eğip bükemeyiz. Siyaseten elbet bir pozisyonunuz olur ama alanınıza ve diğer alanlara saygı göstereceksiniz. Olgulara saygı göstereceksiniz. Olgulara saygı göstermezseniz hiçbir meselenizi kalıcı bir şekilde çözemezsiniz. Biraz kafa yoracaksınız. Hukuk en nihayetinde bir araç. Onu kullanmak bir maharet. Onu kullanmak hukukçunun işi. Kolaycılık bu yapılan. Öyle değilmiş gibi konuşmanın, yokmuş gibi yapmanın bir alemi yok. Kategorilere, kavramlara, uygulamadaki örneklere saygı göstererek de başkanlık sistemini savunabilirsiniz.
KORKUNÇ BİR KUTUPLAŞMA VAR
Biraz Türkiye’yi konuşalım. Nasıl görünüyor Türkiye Fransa’dan?
Ülkeye baktığımda gördüğüm korkunç bir kutuplaşma. Bu kutuplaşma, bizi körleştiren, sağırlaştıran, elimizi kolumuzu bağlayan bir hale geldi artık. Çığırından çıktı ve iş yapamaz hale getirdi herkesi. En önemlisi, değer yargılarımızı tehdit eder hale geldi. Durkheim’ın ‘anomie’sini andıran bir hal bu. Siyasetin gidişatı çok kötü ve siyasette insanlar değerlerin rehberliği kaybetti. Toplum da öyle. Neye, nasıl tepki vereceğimizi, nasıl davranacağımızı hepten ölçemiyor hale geldik. İyi kötü, kötü iyi oluyor zamana, mekana, kişiye göre. Bunun sonucu, şimdiye dek görüp görmediğimiz bir yozlaşma ve dağılma olur.
Nasıl yani?
Misal, hakaret bana edilirse kötü, ben edersem iyi derseniz kimseyi hakaretin kötü bir şey olduğuna ikna edemezsiniz. Yalan söylediler iftira attılar diye birilerini suçlarken Kabataş’a ninjaları konduruverirseniz, aynı şekilde. Terörden haklı olarak dert yanıp sonra statlarınızda saygı duruşlarını ıslıklarsanız olmaz. Paris saldırısı, ilk Ankara saldırısı sonrası, hatırlayın. Savcıları, polisleri istemediğiniz soruşturmaları yapıyorlar diye cezalandırırsanız; suçluları yakalamak, suçları soruşturmak, kaçınılacak, başa bela bir iş haline gelir.
Çifte standart olmaz…
Evet olmaz. Mesela bir vakfın bir şekilde karıştığı tecavüz hadisesi. İddialar vahim ötesi. Soruşturma savcısı değiştirildi mi hakikaten? Bunu da mı soruşturmak kötü? İş yaptığı kişiler İran’da hüküm giyen, kendisi ise Amerika’ya gidip tutuklanan Rıza Sarraf. Burada görevdeki bakanlarla ilişkileri konusunda çok ciddi iddialar ve deliller olmasına rağmen, soruşturma konusu edilmesi dahi milli mesele haline gelmemiş miydi? En son bir rektör yardımcısı ne diyor? “Okuma oranı arttıkça afakanlar basıyor”. Kendi çapında birilerinin hoşuna gitmeye çalışıyor. Aydın düşmanlığı faşizan rejimlerin tipik bir özelliği. Bizim ülkemizde de dönem dönem olur bu. Bugün ise köşe yazarından siyasetçisine hatta profesörüne herkes tarafından düşünmek, okumak, eli kalem tutmak berbat bir şey olarak sunuluyor. Değerlerle oynanıyor.
Bu nasıl önlenebilir?
Tüm bunlara bakıldığında müthiş bir zemin kaybı söz konusu; kutuplaşma, bu kaybın başlıca dinamiği. Kutuplaşmanın en üst düzeyde pompalanması ise öyle müthiş bir siyasi deha ürünü falan değil. Bu ancak mesnetsiz öngörüsüz bir cesaretin ürünü olabilir. Kutuplaşarak sonunda bu hale geldik. Cehalet, tecavüz, rüşvet, cinayet, terör, iftira, yalan, hakaret kötüyse kötüdür. Bunda bile anlaşamayan, tutarlı olmayan bir toplum görüyorum. Başkalarının yaşam alanlarına müdahale etmek, kendi değer yargılarını topluma dayatmaya kalkmak gibi doğu toplumlarında sıkça rastlanan çabalar içine giriliyordu. Dayatılacak bir değer sistemi kalmadığı gibi, arada olan en temel değerlerimize oluyor. Adam öldürme. Yalan söyleme. Oku adam ol gibi.
HUKUK SİYASETİN EMRİNE GİRİYOR
Türkiye’ye baktığında sen ne görüyorsun?
Benim açımdan Türkiye’ye baktığımda en dikkat çekici konu, hukuk ve bu alanda yaşanan olumsuzluklar. Bahsettiğim zemin kaybı hukukla doğrudan bağlantılı. Hukuk üzerinden gerçekleşiyor büyük oranda. Nasıl oluyor, nasıl bu kararlar çıkıyor, hangi gerekçelerle, daha çok ilgimi çeken bunlar. Mesela gazetecilerin, hakimlerin tutuklanmasındaki gerekçeler. Çok ilginç, bir o kadar tehlikeli hamleler bunlar. Hukuk adına.
Bu bağlamda, Anayasa Mahkemesi kararlarını tanımama, onlara uymama çağrısı çok radikal. Eğer bu çağrıya uyulursa, o kadar ileri gidilirse, hukuk kelimenin tam anlamıyla biter. Mecazi anlamda değil, tam anlamıyla, gerçek anlamıyla biter. Neden? Çünkü mahkemelerin mahkeme kararına uymadığı yerde hukuktan söz edilemez. Böyle bir yerde hukuktan hiçbir şey beklenemez. Suçlusu, mağduru, haklısı, haksızı akıbetini öngöremez; hukuktan kimse medet umamaz. Hukukun sonu, bu devirde bundan başka türlü olmaz. Tam da böyle olur.
Siyaset hukuku etkiliyor…
Siyasete eklemlenmiş durumda hukuk. Siyasetle hukukun arasındaki sınır çok inceldi. Bazı savcılar, hakimler kararlarıyla, attıkları adımlarla hukukçulara değil, siyasetçilere konuşuyor. Bunu yaparken hukuka ihtiyaçları var mı? Yok. Bu ne kadar bodoslama yapılırsa o kadar kıymetli oluyor adeta. Siyasete eklemlenmiş demek de doğru değil belki. Siyaset de başlı başına bir sistem. Kendine has dinamikleri var, unsurları var, işleyişi var. Şahsi bir takım görüşlere, değerlere hitap etmeye çalışmak bu. Çok zor bir şey. Rehberiniz yoktur bu yolda. En nihayetinde birinin ya da birilerinin neye bağlı olduğunu her zaman o kadar kolay tartamayacağınız beğenilerine hitap edeceksiniz. Bundan bir düzen çıkmaz. Kaos çıkar.
Dünyada nasıl bu ilişki?
Modern dünyada hukuk, ekonomi, bilim, siyaset vs. bunların hepsi görece bağımsız ve özerkliği olan sosyal sistemler. Bunlar, zaman zaman çakışıyorlar, birbirlerini değiştirip dönüştürüyorlar ama bunlar birbirlerine bağımlı değil. Bunun anlamı her alan gibi, hukukun da, bir ölçüde siyasetten, ekonomiden, ahlaktan vs. özerkleşmesi; onlarla ilişkisini kendi rasyonalitesi üzerinden kurması. Biz hukuku, bugün dünyada, siyasetten ve diğer sosyal sistemlerden ayrılmış, özerkleşmiş, kendine ait kuralları, işleyişi olan bir sistem olarak düşünüyoruz. Olağan bir süreç. Modernitede aynı anda var olan çoklu epistemelerden biri olarak hukuk…
Ya Türkiye’de …
Türkiye’de durum böyle değil. Tersine bir gidiş var. Siyaset de kendi işleyişi, mantığı olan bir sistem netice itibarıyla ama hadi siyaset diyelim ona, ekonomiyi de hukuku da zapt etmeye çalışıyor. Ekonomiye, hukuka yabancı bir rasyonalite dayatılmaya çalışılıyor, tabii ona rasyonalite diyebilirsek.
Neden yurtdışını (Fransa’yı) tercih ettiniz doktora için?
Çünkü ilgi duyduğum konularda çalışan insanlar hep yurt dışındaydı. Türkiye’de bu konuları çalışmak istesem nerede çalışırdım bilemiyorum.
Bu konuda Türkiye’de eksik olan ne?
Türkiye’de hukuk, ne yazık ki teknik bir meseleymiş gibi algılanıyor ve böyle öğretiliyor. Hukuk müessesesi üzerine düşünmeye teşvik edilmiyor insanlar. Hukuk nedir? Hukukun temel fonksiyonu nedir? Neler değişti, değişiyor hukukla ilgili? Nasıl hukuk yapıyoruz? Hukukun diğer alanlarla ilişkisi nedir? Hukukun alt alanlarının birbirleriyle ilişkisi nedir? Bu ve benzeri çok temel sorular üzerine düşünmüyoruz, öğrenciyi de düşünmeye sevk etmiyoruz. Bu tarz bir eğitim almıyoruz.
Peki hukuk eğitimini nasıl görüyorsun?
Çok sorunlu buluyorum. Hukuk teknik eleman yetiştiren bir eğitim dalı değil. O yüzden bütün dünyada hukuk eğitimi son derece uzun ve zor. Tarih, sosyoloji, felsefe, ekonomi de hukuk eğitiminin bir parçası. Türkiye’de hukuk eğitimini de hafife alıyoruz. Ama ben bunun bilinçli bir tercih olduğunu düşünüyorum. Çünkü hukukçuyu, hukuk üzerinde düşündürdüğünüz zaman bambaşka bir profille karşılaşırsınız. Bunu istiyor muyuz gerçekten? Bence hayır, istemiyoruz.
Kim istemiyor, devlet mi, siyaset mi?
Siyasetin bir tercihi tabii bu ama son dönemin tercihi değil sadece. Devamlılık arz eden bilinçli, paylaşılan bir tercih.
OLANLAR DÖNÜŞÜMÜ ERTELEMEM YOL AÇIYOR
Bütün bunlar sizin Türkiye’ye dönüşünüzü ne derece etkiliyor peki?
Kısa vadede dönüşümü geciktiriyor sadece. Ama uzun vadede mutlaka Türkiye’ye döneceğim.Bunun ötesinde, yeni doçentlik şartlarından, özel üniversitelerdeki iş yüküne kadar söylenecek çok şey var. Devlette ise öyle bir düzen var ki, 22-23 yaşında hiçbir bilimsel araştırma yapmadan, en iyi ihtimalle lisansta aldığınız notlarla girdiğiniz bir üniversiteden profesör olarak emekli olabiliyorsunuz. Bir diğer deyişle, yeni mezun birinin nasıl bir profesör olacağını gözünden, kaşından anlıyorlar. Öte yandan, 657’ye tabi olarak sittin sene araştırma görevlisi kadrosunda da kalabiliyorsunuz. Bunun adı iş güvenliği; bunu eleştirenler de “neoliberal” oluyor. Üniversitelerin araştırma planlaması yok. Yurtdışında araştırma temaları belirleniyor 5-10-15 yıllık. Her şeyi geçtim yıllık izinler çok eksik mesela!
Bir tarih var mı?
Biraz daha araştırmalarımı derinleştirmek, yayın yapmak ve ondan sonra Türkiye’ye gelmek istiyorum. Biraz siyasetin de, ortamın da sakinleşmesini bekliyorum aslına bakarsanız. Bu aşırı kutuplaşmanın, akıl tutulmasının etkisinden çıkılacağını umuyorum. Üretim yapmak çok zor bu şartlarda.
Döndüğünüz zaman ilk tercihini üniversiteye dönmek mi olur yoksa özel kurumlarda çalışmak mı?
Üniversite olur. Bütün sorunlara rağmen.
Fransa’dan bakıldığında ne görülüyor?
Belki hiçbir zaman bir Avrupa ülkesi olarak görmediler Türkiye’yi ama iyice Ortadoğulu oluyoruz gibi geliyor; özellikle büyük kentlerde önü alınamayan terör saldırıları bu izlenimi uyandırıyor. Geçen gün savaş hukuku ve savaş söylemi çalışan bir arkadaşım, Türkiye için “yazık, kaybetmek için çok büyük bir ülke” dedi. Artık nasıl anlarsanız.
Mesela, barış istiyoruz bildirisini imzalayan akademisyenlerin başına gelenler. Dört akademisyen tutuklandı. Okullarından atılanlar var. Bu tepki, çok orantısız oldu ve Türkiye’nin yurt dışındaki imajını çok olumsuz etkiledi. Akademisyenlere verilen tepkiyi, Avrupa’daki bir akademisyene anlatamazsınız çünkü anlamaz.
Ancak, tüm olanlara rağmen Türkiye’nin AB üyelik müzakare süreci devam ediyor…
Türkiye’nin üyeliği gündemde yok. Sığınmacılar konusunda AB ülkeleri çıkarlarını koruyorlar ki o iş bir noktada hukuka, son aşamada AİHM’e toslayacak kanaatimce. 2000’lerde hep Türkiye’nin AB üyeliğini sorarlardı. Bugün daha çok güncel siyaseti özellikle siyasetçileri soruyorlar Avrupa’da.
HUKUKUN İHLAL EDİLMESİ HUKUKU ORTADAN KALDIRMIYOR
Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine taraf ama bazı kararlarına uymuyor. Gerekirse ceza öderim anlayışı var sanki…
Tazminat tek telafi yolu değil. AİHM, davaya özel veya genel bir takım adımların atılmasına da hükmedebilir. Etmiştir de. Ayrıca Mahkeme bugüne kadar devletlerin Sözleşme’yi etkisiz kılmasına müsaade etmeyen bir yaklaşım benimsedi. Dolayısıyla Sözleşme’yi sistematik olarak ihlal edelim tazminatı neyse veririz anlayışının sonuçları olur. AİHM bu amacı görür ve ona göre içtihadını şekillendirir.
Yine de ihlal olayı hep kafaları karıştırır. Okulda öğrenciler de bu soruyu sıkça soruyor. Evet, Türkiye de, diğer ülkeler de sözleşmeyi ihlal ediyor ama hukukun ihlal edilmesi hukuku, hukukun işlevini ortadan kaldırmıyor. Hukukun ne dediğini de ortadan kaldırmıyor. İhlal, hukuku çökerten, onu yok eden bir şey değil. Her gün insanlar öldürülüyor diye Ceza Kanunu aslında yok mu acaba demeyiz. Önemli olan sonucunda ne olduğu. Hukuk ne zaman ortadan kalkar, çöker biliyor musunuz; biz hukuktan ne bekleyeceğimizi bilemediğimiz ya da hiçbir şey bekleyemediğimiz zaman. Eğer o noktaya gelmediysek, eğer hala uyuşmazlık halinde hukuk rehberlik edebiliyorsa hukuk işlevini yerine getiriyor demektir.
İnsan hakları hukuku alanında Türkiye’ye baktığında gördüğün nedir?
Terör propagandası, hakaret, kamu düzeni, kamu güvenliği vs. bunları biz keşfetmiş değiliz. İnsan hakları hukuku zaten temel hakların nasıl, hangi hallerde sınırlandırılabileceği, nasıl dengeleneceği ile ilgilidir. AİHM içtihadı, bugün tartışma konusu edilmeye çalışılan birçok meselede açık ve net. Türkiye’de temel hak ve özgürlükler sık sık ihlal ediliyor.
Öte yandan, önceki ihlallerden, sorunlardan farklı kılan bir şey var bugünü. İnsan haklarının çok ötesinde bir şey söylüyorum. Türkiye’de hukuk açısından son zamanlarda olan şu: iç hukuktan ne bekleyeceğimizi artık pek bilemiyoruz, öngöremiyoruz. Hukukun temel işlevini, varlık sebebini ortadan kaldırabilecek gelişmeler yaşanıyor. Baskıcı, temel hakları arka plana atan bir hukuk düzeni kötü bir düzen olabilir ama öngörülebilirdir, temel işlevini yerine getirir. Mesela, somut bir olayda, mahkeme kararlarına baktığınız zaman, kanuna, içtihada baktığınız zaman; az çok şöyle bir sonuç çıkabilir, o sonuç çıksın ya da çıkmasın diye şu argümanlar kullanılabilir, şuradan gidilebilir ve bunun gibi öngörüleriniz olur. Hukukun işlevi, hukukçunun işi de budur. Bir uyuşmazlık halinde hukukun nasıl bir tepki vereceğini yine hukuk ışığında öngörürüz, yine hukuku kullanarak sonuca etki etmeye çalışırız. İnsanlar da hareketlerini ona göre ayarlar. Bugün, ne yazık ki, bunu yapamıyoruz.
Muhtemel hukuki yaptırımlar bakımından değişkenler çoğaldı ve hukuki olmayan mülahazalar belirleyici olmaya başladı. Örnekler sayısız. Çok öne çıkmayanlardan örnek vermek gerekirse… Şayet doğruysa, kartopu yüzünden öldürülen gazeteci Nuh Köklü’nün cinayet zanlısının yazdığı mektup manidar. Sonuçta bir cinayet söz konusu, zanlı öldürdüğü adam için “geziciydi” diyor o mektupta. Mesela oluk oluk akacak kanlarla yıkanacağını ifade eden bir mafya liderinin başına gelenler, daha doğrusu gelmeyenler. Çıkıp rahat rahat, alenen, hedef göstererek tehdit ediyor. Ya da yeni bir keşif, basın yayın organlarına kayyum atanması. Nereden çıktı bu kayyumluk? Eskiden toplatma, yayın durdurma vs. vardı. Hukuken bunları yapamadığımız durumlarda mı kayyum atıyoruz? Yaptırım gerektiren fiiller yaptırımla karşılanmazken, yaptırım öngörülmeyen veya belki başka yaptırımlar öngörülen durumlarda olmadık yaptırımlar uygulanabiliyor. Bugün devam eden davalara bir bakarsanız haber yapmanın karşılığı sonsuz gibi görünebilir: terör, casusluk, hükümeti devirme vs. Amiyane tabirle “hoppala” dedirtmez hukuk; tabiatına aykırıdır.
KAYNAK: MURAT AKSOY / HABERDAR
(Bu yazı dizisi Objective Araştırmacı Gazetecilik Programı’nın bursuyla gerçekleştirilmiştir)