MURAT AKSOY / HABERDAR
NEDEN GİDİYORLAR? NEDEN DÖNMÜYORLAR (12. BÖLÜM)
Umut Özkırımlı (Prof. Dr. Lund Üniversitesi’nde Öğretim Üyesi -İsveç)
Akademik nedenlerle 5 yıl önce İsveç’e gelen Prof. Dr. Umut Özkırımlı, son yıllarda yaşananlar nedeniyle dönmeyi erteleyenlerden birisi. Özkırımlı “tek adam rejimine” giden Türkiye’nin esas sorununu “ortak bir gelecek tahayyülü olmaması” olarak görüyor.
Kısaca kendini tanıtabilir misin?
1970 Ankara doğumluyum. Babam, edebiyat tarihçisi ve eleştirmen, Atilla Özkırımlı o sıralar Ankara’da E Yayınevi’nde çalışıyordu. Ama diğer tüm işleri gibi o da kısa ömürlü olduğundan sanırım ben 3 yaşındayken İstanbul’a taşınmışız. Dolayısıyla kendimi doğma büyüme İstanbullu olarak görürüm.
Ortaokul ve liseyi Saint Joseph’te, lisans eğitimimi Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde tamamladım. Daha sonra Türk Eğitim Vakfı bursuyla London School of Economics’te Uluslararası İlişkiler yüksek lisansı yaptım. Doktora için burs bulamadığımdan Türkiye’ye döndüm. Bir süre o sıralar hocam Yılmaz Esmer’in direktörlüğünü yürüttüğü TESEV’de ve Mete Tunçay’ın asistanı olarak Bilgi Üniversitesi’nde çalıştım.
Sonra…
Sonrasında hem İstanbul Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde, hem de İngiltere’de Kingston Üniversitesi’nde doktora çalışmalarımı yürüttüm. İstanbul Üniversitesi’nde rahmetli Toktamış Ateş hocayla yazdığım tez biraz netameli bir süreçten sonra kabul edildi. Kısa süre sonra da önce Türkçe, sonra da İngiltere’nin önde gelen yayınevlerinden Macmillan tarafından İngilizce olarak basıldı. Bunun üzerine İngiltere’de part-time sürdürdüğüm ikinci doktorayı bıraktım.
OY KULLANMADIM ANCAK YETMEZ AMA EVETÇİYDİM
Neydi konusu doktoranın?
Basılan tez, şu anda Türkiye ve dünyada 40’ı aşın ülkede, internetten tespit edebildiğim kadarıyla 100 civarında üniversitede ders kitabı olarak okutulan Milliyetçilik Kuramları. Hatta bu sene sonuna doğru Palgrave Macmillan İngilizcesinin genişletilmiş-yenilenmiş üçüncü baskısını yayımlayacak.
Kendini siyasal olarak nasıl tanımlıyorsun?
Türkiye’de desteklediğim bir siyasi parti yok. Hiç olmadı. Hayatımda iki kez oy kullandım; ikisi de bağımsız adaylara. 2010 anayasa referandumunda ise “yetmez ama evet” oyu kullanacaktım; Kılıçdaroğlu gibi adres değişikliğini bildirmediğim için seçmen kâğıdım gelmedi ve kullanamadım.
Şanslısın. Çünkü Türkiye’de “yetmez ama evet”çilik adeta bir suç gibi algılanıyor. Ben muzdaribim bundan…
Bunu özellikle yazdım zaten, çünkü sosyal medyada bu konuda özellikle ulusalcı ve benim “tribün solcusu” dediğim kesim tarafından epey taciz edildim.
Bunun dışında kendimi solcu olarak tanımlıyorum. Ama bu Türkiye’de anlaşılan türden üçüncü dünyacı, milliyetçi bir solculuk değil. Tersine, milliyetçiliği (milliyetçilikten hem sağ, hem sol milliyetçiliği-ulusalcılığı kastediyorum) ve onun sulandırılmış versiyonu vatanseverliği insanlığın başına gelmiş en büyük felaket olarak görüyorum. Öte yandan solculuğun başına sıfat gelmesi – örneğinin “özgürlükçü sol”, “liberal sol” – de pek anlamlandırabildiğim bir durum değil. Özgürlükçü olmayan bir sol düşünemiyorum.
EŞİTLİK ADALET DAHA ÖNEMLİ
Özgülükçülük çoğunlukla liberalizm olarak okunuyor Türkiye’de…
Liberalizmle solculuk arasındaki ilişki elbette daha karmaşık. Siyasi liberalizmin savunduğu bazı özgürlükler, ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü, vs. bir solcunun karşı çıkamayacağı ilkeler. Öte yandan özellikle ekonomik liberalizmin bireycilik vurgusu solculuk anlayışıma çok uygun değil. Benim için eşitlik ve adalet bir değer olarak bireycilikten çok daha önemli. Her ne kadar devrimle, var olan ekonomik düzenin değiştirilebileceğine (değiştirilse de yerine daha iyi bir düzen kurulacağına) inanmasam da liberal ekonominin 20. yüzyılın sonuna doğru büründüğü biçim olan neo-liberalizmin son derece vahşi bir ekonomik sistem olduğunu düşünüyorum.
Bu bağlamda da sosyal demokrat refah devleti projesinin ömrünü henüz doldurmadığına inanıyorum. Aslında inanıyorum demek de doğru değil; yaşadığım ülke İsveç’te bu sistemin tüm eksiklerine, sorunlarına rağmen nasıl yürüdüğünü kendi gözlerimle de görüyorum.
Kendini kamusal alanda tanımladığın bir kimlik var mı?
Pek yok. Belki kabaca “dünya vatandaşı” diyebiliriz. Ama bu da çok elit, steril bir kimlik. Farklı kozmopolitlik biçimleri üzerine, ki zorunlu göçmenler, diasporalar da bunlara dahil, geniş bir akademik literatür var. Ben de kozmopolitliğin daha geniş, daha ayakları yere basan, çevresinde olan bitenle daha ilgili versiyonları olabileceğini düşünüyorum ve kendi hayatımda bunları uygulamaya çalışıyorum.
Ne zaman yurt dışına çıktın?
2011 yılında. Yurtdışına siyasi nedenlerle değil, akademik tercihlerim nedeniyle gittim. Türkiye’deki sistem, birçoklarına göre çok daha şanslı olmama rağmen (sonuçta Bilgi Üniversitesi birçok açıdan öncü bir kurumdu; 15 senemi geçirdiğim bölümümü de çok seviyordum), araştırmalarıma yeterince zaman ayırmama imkan vermiyordu. Zaten sık sık yurtdışına gidiyor, belirli süreler farklı üniversitelerde misafir araştırmacı olarak zaman geçiriyordum.
2010 yılından sonra bu düzeni sürdürmenin çalıştığım kuruma ve meslektaşlarıma haksızlık olacağını düşünmeye başladım. İsveç, aklıma gelen seçeneklerden biri değildi açıkçası. Ama iyi bir teklif geldi. Değerlendirdim. Çok da iyi yaptığımı düşünüyorum.
TÜM KARİYERİMİ TÜRKİYE’DE YAPTIM
Burada ne alanında çalışıyorsun, ders veriyorsun?
Uzmanlık alanım kimlik, aidiyet, milliyetçilik ve son dönemde toplumsal hareketler. Doçent olana kadar daha çok kavramsal, teorik konularda çalıştım. Daha sonra yakın arkadaşım Spyros A. Sofos’la Türk-Yunan milliyetçiliklerini karşılaştırmalı inceleyen bir kitap yazdık. Son dönemde ise Kürt milliyetçilikleri ve Ortadoğu siyaseti çalışıyorum.
İsveç’te yaşamaya başladığım için Türkiye siyaseti ile de daha yakından ilgilenmek durumundayım. Buradaki pozisyonum medyayla yakın iletişimde olmamı gerektiriyor. O nedenle bu kadar içli dışlı olmak bazen ruh sağlığımı tehdit eder hale gelse de Türkiye’de olan bitenleri elimden geldiğince izliyorum.
Bu arada beni sadece sosyal medya aracılığıyla tanıyan ve ara ara “dışarıdan ahkam kesmekle” itham edenlere de bir mesaj iletmiş olayım. Ben asistanlıktan profesörlüğe tüm akademik kariyerimi Türkiye’de yaptım. Sadece beş senedir yurtdışındayım. Henüz Türkiye’ye yabancılaşacak vaktim olmadı (keşke olsaydım demiyor da değilim bazen).
Nasıl izliyorsun Türkiye’deki gelişmeleri?
Sosyal medyadan. Gazeteler artık parti bülteni gibi olduğundan farklı kaynaklara ulaşmak gerekiyor ve bunları bir arada bulabileceğin yer de Twitter, Facebook gibi platformlar. Daha önce de bahsettiğim gibi, bu platformlarda zaman geçirmek çok da sağlıklı değil. Yüksek oranda “ideolojik radyasyona” maruz kalıyorsun. Küfür, hakaret, tehdit.
Medyadan 2013 yılına kadar bilinçli olarak uzak durmuş biri olarak bu içli dışlı ilişkinin bana epey zararı oldu. Hem akademik, hem kişisel anlamda. Beni kitaplarımdan tanıyan bir kitle klasik anlamda fildişi kulesi akademisyeni olmadığımı, güncel polemiklere girmekten kaçınmadığımı görünce ciddi hayal kırıklığına uğradı.
Dediğin gibi çok aktifsin. Bu akademik hayatını olumsuz etkilemiyor mu?
Bırak olumsuz etkilemeyi, tersine İsveç’teki teşvik edici ortamın etkisiyle çok daha fazla yazmaya çizmeye başladım. Bunları yine sosyal medyada paylaştım halde tüm zamanımı örneğin Twitter’da harcadığım sanıldı. Bir de tabii tacizler ya da moda terimle “sosyal medya linçleri”. Açıkçası zorunda olmasam kesinlikle uzak dururdum Türkiye’yi takip etmekten.
TÜRKİYE’DE ORTAK GELECEK TAHAYYÜLÜ YOK
İzlediğin Türkiye’de gördüğün nedir?
Son iki sene içinde çeşitli vesilelerle birçok kez yazdım. Türkiye Cumhuriyeti’nin bildiğimiz şekliyle miadını doldurduğunu düşünüyorum. Aslında Türkiye hiçbir zaman klasik anlamda bir ulus olmamıştı. Toplumun farklı kesimlerini birbirinden ayıran birçok fay hattı vardı. Bunda şaşılacak bir şey de yok; çünkü homojen, birbiriyle tamamen kaynaşmış gruplardan oluşan bir ulus zaten sadece milliyetçilerin fantezi dünyasında yaşattığı bir hayal. Tüm uluslar için geçerli bu. Yine de ulus-devletleri bir arada tutan bazı değerler, ortak bir geçmiş, daha da önemlisi ortak bir gelecek tahayyülü olmalı.
Bu yok mu Türkiye’de?
Türkiye’de olmayan tam da bu. Alevi’nin-Sünni’nin, Türkün-Kürdün, laikle-dindarın, özetle yaşam tarzı, inançları, değerleri birbirinden farklı olan her grubun farklı bir gelecek tahayyülü var ve bu gelecek içinde kendilerinden farklı olana, düşünene ya yer yok ya da varsa da ikinci sınıf vatandaş olarak var. Yani farklılıklarla bir arada yaşama iradesine sahip değiliz. O nedenle de iktidara kim sahipse kendi idealindeki toplum kurgusunu dayatmaya çalışıyor. Haliyle içinde bu kadar çeşitlilik barındıran bir topluma hiçbir gömlek uymuyor.
Şu an olan…
Şu anda yaşananlar da bunun tezahürü. İslamcılar, kendilerinden önceki rejimlerin giydirdiği gömleği yırtıp çöpe attılar; ama aynı yöntemlerle başka bir gömlek diktiler; şimdi orasını burasını çekiştirip o gömleği adına toplum dediğimiz gövdeye uydurmaya çalışıyorlar. Belki bu gömlek çoğunluğa uyuyor. Ama herkese uymuyor iste. Ne kadar zorlarsanız zorlayın dikişler atıyor.
Umutsuzsunuz…
Evet, maalesef. Beni umutsuzluğa düşüren iki şey var. Birincisi, şu an iktidara sahip rejimin hukuku, özgürlükleri, hatta ahlakı, temel insani değerleri ne kadar ayaklar altına alırsa alsın çoğunluğun desteğini yitirmemesi. İkincisi ise muhalefette olan kesimin – sadece siyasi partileri değil toplumsal muhalefeti de kastediyorum – bölünmüşlüğü, iktidarın bencilliği ve yozlaşmasını paylaşması. Bugün ana muhalefet partisi, 6 milyon oy almış, Kürt sorununun çözümünde kilit rol oynayan bir partinin milletvekillerini hedef alan bir düzenlemeyi “anayasaya aykırı olduğunu bile bile” destekliyor; kendini solcu olarak tanımlayan bir avuç holigan hala “siz AKP anayasasına evet demiştiniz” diye liberal avında. Vesaire vesaire. Bu ortamdan adına “Yeni Türkiye” denen garabetin çıkmasına şaşırmamalı.
ERDOĞAN TEK ADAM REJİMİ İSTİYOR
Sizce Cumhurbaşkanı Erdoğan / AKP nasıl bir Türkiye hedefliyor?
Bu soruya uzun uzun yanıt vermeme gerek yok sanırım. Yasama, yürütme ve yargının tek elde toplandığı bir tek adam rejimi. Adına ister rekabetçi otoriterlik deyin, ister plebisitler diktatörlük. Sonuçta özlenen Putin, Modi, Orban, Chavez tarzı bir otoriterlik. Toplum bunu kaldırır kaldırmaz mı sorusunun artık önemi yok. Kaldırdığını gördük. Kaldı ki yukarıda anlatmaya çalıştığım gibi muhalefetin de buna karşı koyacak ne gücü ne de niyeti var. Bence cevap bekleyen asıl soru, bunun nereye kadar gidebileceği. Tam teşekküllü faşizan bir rejim mi, bir tür 21. yüzyıl totaliterliği mi… Tahminim bir yerde bu senaryo patlayacak; ama patlayana kadar da çok bedel ödenecek.
Son yıllarda dikkatini en çok çeken gelişme nedir Türkiye’de?
Sanırım buna ahlaki yozlaşma ve nefret/kin siyaseti diye cevap verebilirim. Bunların ikisi de yeni değil tabii. Ahlakla ilişkimiz her zaman sorunluydu. Kişisel çıkarlar söz konusu olunca genel geçer ahlaki değerleri takmama eğilimi hep vardı (karikatürize bir örnek, yılın 11 ayı her akşam rakı içen birinin Ramazan’da oruç tutması). Ama 1980’lerde, Özal döneminde başlayan bir erozyon var ve bu AKP iktidarında tavan yaptı. Çocuğunun yasını tutan bir annenin meydanlarda, bir katliamda hayatını kaybedenlerin koca bir stadyumda yuhalanması… Bunlar aklımın alabileceği şeyler değil.
Nefret ve kin de öyle. Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasi tarihi azınlıklara yönelik katliamlarla dolu. Irkçılık, gündelik hayatımızın bir parçası. Ama bunun da son dönemde daha yaygınlaştığını, sadece azınlıklara yönelik olmaktan çıkıp kitlelere mal olduğunu gözlemliyorum. Dindar-muhafazakâr kitle ile laikler birbirinden nefret ediyor artık ve bu iktidar tarafından da sürekli körükleniyor.
Çevrendekilerin Türkiye’ye bakışında bir değişim var mı orda kaldığın 5 yıl içinde?
Elbette. Tribün solcuları kızmasın ama, sonuçta askeri vesayetin belinin bükülmesi, Kürt sorununun rahatça tartışılabilir hale gelmesi gibi gelişmeler Batı kamuoyunda olumlu algılanıyordu. Buradan Batı’daki algının doğru olduğunu düşündüğüm sonucu çıkmasın. Batı’daki algı sorunluydu çünkü AKP’nin desteklenmesi, demokrasi, özgürlük aşkından değil, AKP’nin Batı’nın müttefiki olmasından ve neo-liberal düzeni sürdürmesinden kaynaklanıyordu. Erdoğan, özellikle Ortadoğu’da Batı çizgisinin dışına çıktığı anda otoriterleşme lafları edilmeye başlandı; Türkiye “bir günde” model ülke olmaktan çıktı. (Apayrı bir konu olduğundan İslamofobi meselesine girmiyorum).
Yani sorunun cevabı, evet, olumsuz bir algı var ama bu, ilke düzeyinde değil. Nitekim mülteci krizi patlak verince Türkiye’nin nasıl yine “bir günde” kıymete bindiğini gördük.
DÖNMEYİ DÜŞÜNMÜYORUM
Bu şartlarda Türkiye’ye dönmeyi düşünüyor musun?
Türkiye’ye dönmeyi düşünmüyorum. Gerek akademik, gerek siyasi ortam ülkeyi terk ettiğim günden çok daha kötü. Hala Türkiye’de olan meslektaşlarımın bir bölümü zamanlarını üniversiteyle adliye arasında geçiriyorlar. Kimileri attıkları bir twit yüzünden hapiste. Mücadele edeceksem de – ki özellikle Gezi’den beri bu konuda daha aktifim – bu mücadelenin yurtdışından daha etkili olacağını düşünüyorum.
Öte yandan sunu da itiraf etmeliyim: Bırakın farklı dünya görüşüne sahip olduklarımı, “kendi mahallem” bile tartışma kültüründen, eleştiriye karşı hoşgörüden o kadar uzak ki, mücadele etmek neye yarıyor, onu da bilmiyorum. Sonuçta bir ego sorunum yok. Toplumda bir ağırlığım olduğunu düşünmüyorum; kanaat önderi filan olmak gibi bir derdim de yok. O yüzden mücadele edeceksem inandığım ilkeler, değerler uğruna ediyorum. Birilerini, bir şeyleri kurtarmak ya da birilerine yaranmak için değil.
KAYNAK: MURAT AKSOY / HABERDAR
(Bu yazı dizisi Objective Araştırmacı Gazetecilik Programı’nın bursuyla gerçekleştirilmiştir)