BİLGEHAN UÇAK/ HABERDAR(RÖPORTAJ)
Zaman Gazetesi yazarı Ahmet Turan Alkan, Türkiye’deki kötü gidışatının değimesi için Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın fikrinin değişmesi gerektiğini belirtti. Alkan, “Sayın Cumhurbaşkanı fikir değiştirdiği an, Türkiye’nin rejim arayışı da sona erer” dedi.
HDP’nin son zamanlarda milliyetçi bir zemine doğru kaydığını söyleyen Zaman Gazetesi yazarı Alkan, MHP ve HDP’deki milliyetçiliği eleştirdi. Alkan, Demokratik hakları kim samimiyetle savunuyorsa, gerçek Türkiyeli de odur; toplumsal barış açısından başka seçenek de yok zaten” ifadesini kullandı.
Geçenlerde, Atilla Dorsay, T24’teki yazısında Ahmet Turan Alkan’dan ne kadar çok şey öğrendiğini anlatıyordu. Basında, Türkçeyi bu kadar iyi kullanan o kadar az yazar kaldı ki… Sadece Türkçesi bile Ahmet Turan Alkan’ı diğer yazarlardan ayırıyor. Bu söyleşide, hem küçük ölçekli olarak Türkiye siyasetini hem de daha geniş bir bakışla İslamcı tavrı konuştuk.
BİR REJİM DEĞİŞİKLİĞİ OLACAK
-Nereye gidiyoruz? Bağlantılı olarak da, bu yolun çıkışı var mı?
Gittiğimiz yer açık. Bütün göstergeler, başkanlık veya ebedî şef veya halife-i Müslimîn’in sorgulanamaz liderliğinde otoriter bir rejime doğru yol aldığımız yönünde sinyaller veriyor. Bir rejim değişikliği olacak; İslâm aromalı olmasına mukabil otoriter bir rejim ve tabii bu rejimde demokratik hakların, “milli irâde”nin onayıyla güvenilir bir şefe teslim edilmesi söz konusu.
ÇIKIŞ CUMHURBAŞKANIN FİKİR DEĞİŞTİRMESİDİR
-Yolun çıkışı?
Ben bu tatsız gidişatın toplumsal bir taleple desteklendiğini sanmıyorum. İktidar partisi kadrolarının bile, “Yahu nereye gidiyoruz; bu kadarı biraz fazla” diye tedirginlik içinde olduğunu tahmin ediyorum ve kestirmeden söyleyeyim, sayın Cumhurbaşkanı fikir değiştirdiği an, Türkiye’nin rejim arayışı da sona erer. Cumhurbaşkanı, eski partisi ve ustalıkla manipüle ettiği kamuoyunu ustalıkla kullanarak şahsi ajandasını gerçekleştirmeye çalışıyor. Kısaca şu an itibariyle çıkış, Cumhurbaşkanının fikir değiştirmesidir!
-Tutuklu gazeteciler meselesine gelelim istiyorum. Tutuksuz ama “gerçekten” gazeteci olanlarda da bir otosansür başladı mı sizce?
Gerçekten gazeteci sayılır mıyım bilmem fakat kanallara, gazetelere, gazetecilere yönelik hukuksuz sindirme harekâtının etkisi son derece açık. Tayyip Bey’in cumhurbaşkanlığıyla birlikte cumhurbaşkanına hakaret ithamlarında büyük artış yaşanıyor. Eleştiriyle hakaret arasındaki o kalın çizgi şimdi bazı savcı ve hâkimlerin takdirine kalmış durumda. Hukuk bu konularda son derece sübjektifleşti, dolayısıyla kelimeleri cümleleri kuyumcu terazisiyle tartarak söylemek, daha iyisi eleştiriye hiç bulaşmamak tavrı yaygınlaştı. Basında “bizden-onlardan” ayrımı çok belirgin şekilde sertleşti fakat otosansürün gerçek çehresini ve niteliğini ölçmek için iktidar medyasının kalemlerine ve yayın organlarına bakmak lâzım asıl; oradaki sansür baskısı, suyun altındaki buzdağı gibi…
TÜRKİYE’NİN AKIL TUTULMASI İÇİNDE BULUNDUĞUNU GÖSTERİYOR
-Gözünü karartmış bir cadı avı var Gülen Cemaati’ne karşı… Suçlu suçsuz kim varsa dolduruluyor bir torbaya. Ne düşünüyorsunuz?
Paralel kavramını ilk icat eden her kimse, politik zekâsı sebebiyle bir Nobel’i filan hak ediyor. Son derece kullanışlı ve o derece müphem bir kavram icad edildi; ilgili ilgisiz herkes, kendisine paralel ithamında bulunulmaması için bir yerlere anlaşılır bir mesaj vermek lüzumu duyuyor. Paralel olmamanın en garantili yolu ise bir punduna getirip, “Bu paraleller de çok oldular; baksana ne fırıldaklar çevirmişler” yollu bir şeyler söyleyip yazmak. Bugünün tarihini yazacak olanlar çok onur kırıcı örneklerle karşılaşacaklar ilerde çünkü bunlar aleni irade beyanları. Herkes duysun diye bağıra bağıra söylenmiş şeyler. Büyük bir vicdânî baskı bu ve bu baskıya direnen da kalmadı pek. İktidarın öteden beri bilinen müzmin muhalifleri bile “ben paralel değilim aman ha” kervanına katıldılar. Bu durum, paralel suçlamasıyla hapse atılan veya baskı altında tutulanlara karşı büyük bir vicdâni körlük husûle getirdi ve aslında utanç duyulacak bir durumdur çünkü hukuku tamamen devre dışı bıraktı. Bazı gazeteler, yazarlar ve politikacılar hem savcı, hem hakim, hem de hapishane müdürü ve gardiyan rolünü üstlendiler. Bu durum, aynı küsûf hadisesi gibi Türkiye’nin büyük hukuk ve akıl tutulması içinde bulunduğunu gösteriyor. Bir cinnet hali…
-Televizyon kanallarına, gazetelere el kondu. Sıradan bir izleyici olarak yıllardır hiç kaçırmadan takip ettiğim Akıl Defteri’ni izleyemiyorum, Temkin Durağı, Hesap Kitap severek seyrettiğim programlardı; hepsi karardı. Ne oluyor? Bu öfke niye?
İktidarın Samanyolu yayın grubundan nefret ettiği âşikâr ve susturmak için hukuk dairesinde ellerinden geleni yapmaları bekleniyordu zaten. Bu esnada çok şaşırtıcı bir şey oldu ve hukuki bir kararla değil, idari bir kararla ekranlar uydudan indirildi. Bu idari karara itiraz edildi ve eninde sonunda bu kararın yanlışlığı ortaya çıkacak fakat verilen tahribat büyük. Türksat yönetim kurulunun onca ekranı karartması basında hemen hiç yankı uyandırmadı ve adeta tabii karşılandı. Aynı türde bir “Sizi uydudan indireceğiz” yazısının öteki medya gruplarından birine, mesela Doğan Medya’ya gönderildiğini düşünebilir misiniz? Büyük patırtı çıkardı ama Samanyolu sözkonusu olunca ses çıkmadı, hatta bu hadiseyi haber şeklinde bile görmeye çekindiler. Neticede ekranımız karardı, söz söyleme hakkımız bir şekilde gasbedildi; biz bir şekilde susturulduk ama yüzlerce çalışan şimdi işsiz durumda. Türkiye bu dramı da görmezlikten geldi. Görmemek anlaşılabilir fakat görmezden gelmek ağır bir vicdan hastalığıdır ve bünyede çok hızlı yayılır.
ÖFKENİN SEBEBİ AÇIK
-Bu öfkenin sebebi nedir sizce?
Öfkenin sebebi açık; iktidarın yönlendirdiği kanaat terörüne doğrudan, bodoslamadan karşı çıkan ve eleştiri getiren kanallardı bunlar. İslâm tarihinde biat etmeyenlerin suskunluğunu muktedirler bazen duymazdan, görmezden gelirdi fakat açık muhalefet pozisyonuna geçenler affedilmezdi. Tarih tekerrür etti kısaca!
-Muhalefet bazı bazı birlikte hareket ediyor gibi ama sizce “öteki yüzde elli” neden demokrasi ve barış söylemi etrafında kenetlenemiyor? Bu kadar mı zor?
Muhalefet kavramı Türkiye’deki yüzde ellilik öbeği nitelemiyor, kapsayamıyor ve bunun en belirgin fotoğrafı 7 Haziran seçimlerinin ertesi günü görüldü. Muhalefet partilerinden biri açıkça ben koalisyonda yokum dedi ve 1 Kasım seçiminin yolunu asfaltladı. Seçmen, iktidara bayıldığından değil, muhalefetin iflâhsızlığından yeniden bilinen markayı, bir anlamda “ehven-i şer”i tercih etti. Kestirmeden söyleyeyim, yüzde ellilik muhalefet bloku içinde demokratlar yüzde onu bile bulmayan küçük bir azınlıktır; asıl kitle ulusalcılık ve içinde demokrasiyi barındıramayan milliyetçilik arasına dağılmış olanlardı. Nitekim bu zaaf iki seçim arasında, iktidar tarafından müthiş bir siyasi mühendislikle değerlendirildi ve bingo!
Temel meselesi şurada muhalefetin; milliyetçiler, yani Türk ve Kürt milliyetçilerinin ajandasında demokrasi yok; olacağı da yok.
-İki seneden fazla silahın patlamadığı Doğu’da neden bir anda silahlar tekrar ateşlenmeye başladı? Başkanlık hevesi mi yoksa zoraki özyönetim ısrarı mı sizce?
AKP iktidarının en hayırlı işlerinin başında geleni barış süreci denilen ve kendilerince de ne idüğü tam bilinmeyen barış taarruzunun başlatılmasıydı. Siyasi bir parti için alınabilecek en büyük risk buydu, yani terörist diye bilinen bir silahçı çeteyle masaya oturup konuşmak. O günlerde vargücümle destekledim çünkü AKP, bir siyasi partinin kenarından bile geçmeyeceği çok riskli bir angajmana giriyordu. Bu radikal yönelişi AKP kendi çekirdek kitlesine anlattı ve ikna etti fakat AKP’nin zaafı, çekirdeğinin iktidara yetmemesinde. Milliyetçi oylar denilen yüzer-gezer kitle göbektaşında kayan ıslak sabun gibi kolay yer değiştirdi ve AKP kurmayları, bu kitleyi kontrol altına almak için tekrardan milliyetçi bir retoriğe geçmek gerektiğini anladılar ve hızla rota değiştirdiler. AKP’nin manevra kabiliyeti bende hayranlık uyandırıyor ve kabiliyetin artistik patinaj müsabakalarında derece yapacağına inanıyorum. Gerisini biliyorsunuz, Suruç’ta otuz küsur demokrat ve solcu çocuk durup dururken IŞİD’in hedefi haline geldi, ardından iki polis, çok şüpheli bir şekilde evinde uyurken katledildi; ardından Ankara katliamı ve beyaz toros edebiyatı…
DEMOKRATİK HAKLARI SAVUNAN KİMSE, GERÇEK TÜRKİYELİ ODUR
-HDP’nin pozisyonunu nasıl buluyorsunuz?
HDP’nin herşeye rağmen direnebileceğini, Gandhi’nin mücadele tarzını hatırlatır tarzda pasif direniş eylemleriyle silahlı mücadeleyi protesto edeceğini ve daima hukuki zemin içinde kalacaklarını sanıyordum. İç dinamiklerini bilemem fakat savruldular ve milliyetçi siyasete kaydılar; o andan itibaren AKP kurmayları derin bir oh çekerek HDP’yi kriminal ilan ettiler çünkü fotoğraf öyleydi. Şimdi Kürt meselesinde durum şöyle: devlete karşı silah çekmiş Kürtler, orantısız şiddet sayılabilecek bir üslupla cezalandırılıyor; cezalandırma tabiri yerli yerinde olmayabilir. 90’larda Diyarbakır cezaevinde olup biten çirkinlikler Kürt vicdânında ve hafızasında nasıl iltihaplı bir yara halinde hâlâ kanıyorsa, bugünlerde olup biten ve çoğu gazetelere bile yansımayan birtakım çirkin hadiselerin aynı tesiri yapması isteniyor sanki. Yani Kürtler acıdan ve öfkeden çılgına dönsünler ve Türkiye ile duygusal bağları tamamen kopsun gibi…
-Diyelim ki, HDP bir “Türkiye partisi” olamadı, bu haliyle dahi MHP’den daha Türkiyeli değil mi?
Daha önce bu açıdan bir fark olduğunu düşünüyordum fakat HDP, iki seçim arası ve sonrasında, belki de çaresizlikten ve aşırı zorlanmaktan ötürü milliyetçi siyasete doğru kaydı ve bölge esaslı bir politikaya tutunmaya karar verdi. Keşke demokratik esaslar üzerinden bütün Türkiye’yi kucaklayan demokratik bir siyasette ısrar edebilseydi.
MHP ise “Devlet”le “Demokrasi” arasında seçim yapamayacak kadar devlet bağımlısı bir çizgide yürüyor; onların gücü de zayıflıkları da burada. Milliyetçiliği demokratik bir toplum hareketi olarak yorumlamakta fikri zaaf gösteriyorlar ve işler zora girdiğinde devletin yanında saf tutarak fabrika ayarlarına dönüyorlar. Halbuki MHP’nin demokratik haklar çizgisinde siyaset geliştirmesi, onlara tek başına iktidar yolunu açabilirdi. Dolayısıyla benim fikrim şudur: Demokratik hakları kim samimiyetle savunuyorsa, gerçek Türkiyeli de odur; toplumsal barış açısından başka seçenek de yok zaten…
SEÇMEN İÇ SAVAŞLA KORKUTULUYOR
-MHP ve HDP uzlaşamadığı, biraraya gelemediği müddetçe bu sıkıntıların üstesinden nasıl gelinecek? Huzur bizden neden böylesine uzak?
Çünkü seçmen demokratik refleksle konuya bakamıyor; ne zaman demokrasiyi önemser gibi görünse iç savaşla korkutuluyor ve tercihini hemen güvenlikçi siyasete yöneltiyor. Çok basit bir mekanizmanın bu kadar kolay refleks vermesi ağırıma gidiyor ve olup biten de kısaca bu.
-Dindarlığın ve dindar söyleme yaslanan siyasetin açmazları nelerdir? Mutlu, müreffeh ve özgür bir İslam ülkesi neden olamıyor?
Din üzerinden siyaset yapmak kolay ve geniş yoldur; inananların, müslümanların partisi mesajı vermek çok basit fakat siyasete meraklı Müslümanlar, islamcı siyasetin tarihi pratiğini ya bilmiyor veya okuduklarını yanlış yorumluyorlar. İslamcı siyaset ancak, başkanlık veya hilafet modeli güçlü bir liderlikle uygulanabilir ve bu tarz siyasetin demokratik beklentileri karşılamak gibi bir endişesi hiç olmamıştır. Demokrasi daha düne kadar “tren” benzetmesine konu olur ve pek ciddiye alınmazdı; aynı zihniyet şimdi daha cesur hamlelerle yürürlükte. Seçmene “istikrar ve refah mı istersin yoksa tam teşekküllü demokratik haklar mı” diye sorulduğunda cevap çoktan belli zaten.
-Demokratik siyaset dediğimiz kısaca nedir?
Demokratik siyaset, en başta hukukun üstünlüğü, çoğulculuk ve idarenin hesap verebilmesi demek kısaca. Demokratik ülkeler, buna riayetle zengin olunabileceğinin örneklerini verdiler. İslamcı siyasetin insanları refaha ulaştırma şansı, Suudi modeli petrol gelirini bölüştürmekten ve kriz anlarında dış düşmana dikkat çekerek iç kamuoyunu uyuşturmaktan ibaret. Kaldı ki islamcı siyasetin modern ulemâsı, demokrasiyi bir üst değerler dizisi olarak görmeyi reddediyor ve küçümsüyor. Demokrasinin kısa vadede Türkiye’de kendine bir menfez bulması artık çok zorlaştı.
OLUP BİTEN TARİHİN SOSYOLJİK TABLOLARINA UYGUNDUR
-Türkiye’nin yaşamakta olduğu İslam anlayışında bir “dejenerasyon” hissediyor musunuz?
Bu konuda İslamcı yazarların özeleştirilerini okumak daha aydınlatıcı olur ama kısaca değinebiliriz. Bir mustazaf, yani ezilen, hor görülen toplulukların ideolojisi gibi algılanan İslâmcılık, güçle tanışıp iktidarla içiçe geçince şaşkınlık geçiriyor. Güçle sarhoş olan, maddi planda yükselen islamcı kesimden bir aristokrat gibi davranmasını bekleyemezsiniz; kuşak meselesidir bunlar. Olup-biten tarihin sosyolojik tablolarına uygundur; bunun aksi beni çok şaşırtırdı!
-İslam’ı algılayış ve yaşayış bakımından sizce neredeyiz?
Sorunuza kısaca şöyle cevap vereyim; Cahiliye devrindeyiz. Cahiliye kavramını İslâmcılar kavram olarak bilir ama detaylarını bilmezler. Cahiliye onlara çok kaba ve kesin bir dikotomik tablo olarak anlatılmıştır; oysa ki büyük git-gellerin, büyük tereddüdlerin, ince yanılgıların ve bütünüyle insani zaaflarına yenik düşen ortalama insanın ideolojisidir Cahiliye. Kaba putperestlikten ibaret değil yani.
Cahiliye insanlığın delikanlılık çağıdır; Müslümanlık ise kemâl devri!
twitter: @bilgehanucak
KAYNAK: HABERDAR