MURAT AKSOY / HABERDAR
NEDEN GİDİYORLAR? NEDEN DÖNMÜYORLAR (11. BÖLÜM)
İsviçre’de yaşayan D.S. ve E.S. çifti, 1,5 yaşındaki kızlarını özgür bir ortamda büyütmek için Türkiye’ye dönüşü erteleyenlerden. Çift, sadece Türkiye’nin otoriterleşmesinden değil ahlaki değerlerlerin aşınmasından da şikayetçi. Çift; “Toplumun yüzde 50’si bu olumsuz tablonun destekçisi, en azından bu olumsuz tabloya itiraz etmiyor. Beni açıkçası bu da tedirgin ediyor” diyor.
Pozitif ayrımcılık yapalım ve eşinizden başlayalım, kendini biraz tanıyabilir m?
D.S.: Doğma büyüme İstanbulluyum. Hukukçuyum. İsviçre’ye hukuk doktorası yapmak ve ardından Türkiye’ye geri dönmek üzere gelmiştim. Ancak dönmeyip burada kaldım. 1,5 yaşında bir kızımız var. Şu anda full-time annelik yapıyorum, Kızımız 2 yaşına bitirince tekrar çalışma hayatına dönmek istiyorum.
Türkiye’yi nasıl takip ediyorsun?
D.S.: Türkiye’yi takip edebilmek gittikçe zor bir hal aldı. Hem yazılı hem de görsel medyada Türkiye’de gerçekten ne olup bittiğini öğrenebilmenin sınırları çok dar. Bu yüzden sosyal medya başta olmak üzere, alternatif kanallara yöneliyoruz. Son zamanlarda en çok Medyascope’u takip ediyoruz. Arada IMC TV izliyoruz. Ben Diken, Sendika Org, Bianet ve Cumhuriyet okuyorum. Sosyal medyada, twitter ve facebook’tan takip ediyorum.
ÇOĞUNLUKÇU DEĞİL ÇOĞULCU
Kendini siyasi olarak nasıl konumluyorsun?
D.S.: Muhafazakar değilim. Belirli toplumsal grupların dini, etnik ya da sınıfsal özelliklerinden ötürü dezavantajlı durumda kaldığı ideolojilerle de aram yok. Ben kanunların değil hukukun üstünlüğüne inanıyorum. Toplumların çoğunluğun istekleri doğrultusunda değil, çoğulculuk anlayışı doğrultusunda, azınlıkların da hak ve talepleri gözetilerek yönetilmesi gerektiğini düşünüyorum. Anayasal hak ve özgürlükler toplumun belli bir kesimi için değil, tamamı için geçerli olmalı. Bu şekilde bakarsak herhalde en uygun tanım sosyal demokrat olur.
Peki, kendini aidiyet olarak hissettiğin bir kimlik var mı?
D.S.: Hayır, yok.
Senle devam edelim. Biraz kendini tanıtsan?
E.S.: Ben aslen İzmirliyim. Lisans eğitimimde Elektrik & Elektronik mühendisliği okuduktan sonra, İstanbul’da bir süre yazılımcı olarak çalıştım ve sonrasında İsviçre’de bilgisayar üzerine doktora yaptım. Altı yıldır da finans alanında çalışıyorum.
Sen kendini nasıl konumlandırıyorsun siyasi olarak?
E.S.: Çalıştığım sektör, yaptığım iş açısından bakıldığında serbest piyasa ekonomisine inandığım aşikar. Klasik kalıplarla cevap verecek olursam ekonomik anlamda liberal, sosyal anlamda ise özgürlükçü bir demokratım diyebilirim. Bunların bir anlam taşıyabilmesi için de pek tabii kanunun istisnasız, adam seçmeden işlediği bir sistemin önkoşul olduğuna inanıyorum.
ESAS KIRILMA REFERANDUM İLE OLDU
Türkiye’de yaşananlar açısından ne düşünüyorsun?
E.S.: Türkiye’de referandum ile bir kırılma yaşandı. O zamana dek temkinli ilerlemek durumunda olan siyasi erk sahipleri isin sırrının toplumu kutuplaştırmaktan geçtiğine keşfetti ve soruyu kendileri hep çoğunlukta kalacak şekilde sordukları müddetçe, bu soru ne kadar saçma ve gerçek dertleriyle alakasız olursa olsun, istedikleri her neyse alabildiklerini fark ettiler. O günden beri de giderek artan dozda bir otoriterliğe, kanun tanımamaya, ben yaptım oldukçuluğa tanık oluyoruz. Bu olanlarda muhalefetin de bir turlu bu stratejiyi afise edip bozamamış oluşundaki beceriksizliğinin payı büyük.
Su son 5 seneye baktığımızda; ana muhalefetinden ulusalcısına, yetmez ama evetçisinden ırkçısına, Kürt siyasi hareketinden cemaatçisine hiç kimsenin adam akilli bir özeleştiri vermemiş olduğunu görüyoruz. Samimi bir özeleştiri olmadan da bunca farklılığa sahip insanın bir araya gelip kendi kısa vadeli çıkarı dışında hiçbir derdi olmayan, her türlü ahlaki değerden azade bu zorba yığınla başa çıkması maalesef mümkün gibi görünmüyor.
D.S.: Beni umutsuzluğa iten de toplumdaki ahlaki yozlaşma. Bu yozlaşma ne yazık ki gündelik hayatta geçer akçe haline geldi. Yönetim değişse bile, toplumdaki bu ahlaki çöküş kısa vadede normale döner gibi gelmiyor bana. Doğal olarak çocuğumun böyle bir ortamda büyümesi fikri beni kaygılandırıyor. Ben çocuğumun iyi değerlerle yetişmesini istiyorum. Yozluğun, köşe dönmenin, başkasının hakkınım çiğnemenin yüceltildiği, kurallara uymaya veya adil olmaya çalışmanın enayilik sayılıp hor görüldüğü, şiddetin şakaya vurularak içselleştirildiği bir toplumda büyüsün istemiyorum çocuğum. Hele de Türkiye’de kadın olmanın ne kadar zor olduğu düşünülürse, orada bir kız çocuğu yetiştirmek su an için hiç çekici değil.
DEĞER EREZYONU DA YAŞANIYOR
Siyasi sorun dışında değerler konusunda da mı sıkıntı var yani…
E.S.: Evet. Türkiye’de otoriterleşmenin yanında Çok bayağı bir oportünizm ve değerler erozyonu var. Özellikle endişelendirici olan ise, bu bayağılığın geçer akçe olusu ve dahası aktif şekilde özendiriliyor olması. Bu öyle bir hal aldı ki, ben kişisel olarak çıkısı her türlü Türkiye kaynaklı medyaya erişimimi minimuma indirmekte buldum. Konvansiyonel meydanin cenazesi kaldırılalı çok oldu zaten ancak artık sosyal medyada dahi insanların küçük küçük bu kötülüğün farklı suretlerine ortak olduğunu görmek, durumu benim için katlanılmaz kılıyor. Facebook’ta artık bir şey paylaşmıyorum, arkadaş çevremi daraltıyorum, twitter’da Turkiye’den takip ettiğim insan sayısı bir elin parmaklarını geçmez, telefonumdan facebook uygulamasını sildim.
Neden?
E.S.: Çünkü, okuduğum postlar, haberler, paylaşımlar bana bir şey katmıyor. Paylaşımları okudukça, kendime yakın var saydığım, iyi kötü etrafında olan bunca vasat oyunu anlayacağını düşündüğüm insanların dahi düşünsel alışkanlıklarından ve doğru belletilmiş kütsellerinden taviz veremediklerini gördüm tekrar tekrar. Böyle olunca da sosyal medya benim için boşa harcanan zaman ve enerji haline gelmeye başladı. Daha önemlisi şu; hani o güya ezilenden haksızdan yana olan Türkiyeli ortalama insanın bunca kötülüğe, haksızlığa sessiz kalışı, kendi üç günlük çıkarının her şeyin önünde oluşu, çocuğunun 20 yıl sonra nasıl bir ülkede yasayacağını düşünmek üzere dahi iki satır düşünmeye üşenmesi benim için kopuş yarattı.
7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra bir umut doğdu ama o umut da, başlatılan savaş ile son buldu. 1 Kasım 2015 seçimlerinde sonuçları gördük. Bence 1 Kasım sonrası Türkiye başka bir yolda hızla ilerlemeye başladı.
Nasıl bir yol?
E.S.: Başkanlıkta vücut bulmuş, eğitim, medya, ekonomi gibi aklınıza gelebilecek her alanın iktidarı elinde tutan küçük bir grup insanın çıkarları ve hayat felsefesi etrafında şekilleneceği pek yeni Türkiye’ye giden bir yol. Devlet klasik araçlarının yanında, uşak olmuş bir yargı, hazineden dağıtılan ulufeler ve gerektiğinde kolluk kuvvetleriyle bunu her alana empoze ediyor ve edecek. Bu uğurda her yol mubah. Hırsızlık, adam kayırma, hukukun gaspı vs. İşte en son yurtlarda gerçekleşen çocuklara cinsel taciz olayı. Kendine Müslüman diyen, muhafazakâr diyen, hepsini geçtim insan diyen birinin bunlara itiraz etmemesi anlaşılır değil. Sadece güçlüden yana olayım içgüdüsüyle hareket edip herhangi bir değerler bütününe sahip olmayan bir toplumun fazla bir yol alamayacağı aşikar. Bu gerçekten insanın içini acıtıyor.
SORUN KENDİNE MÜSLÜMANIM DİYENLERİN SESSİZLİĞİ
Demek istediğim, Türkiye’de sorun, muhafazakâr görünürlüğün artması vs. değil. Muhafazakârların dinen yasak olan şeyler karşısında dahi sessizliği. Asıl tehlikeli olan bu. Öte yandan, başka bir örnek vermek gerekirse, yakın bir arkadaşım var dünya görüşüne çok güvendiğim. Şu an Türkiye’de bir üniversite de öğretim üyesi yakın bir zamanda profesörlüğünü aldı. Normal şartlarda akademisyenlerin hazırladığı bildiriye imza atmasını beklerdim ama kendi açısından tehlikeli olduğunu düşündüğü için imza atmaya cesaret edemediğini söyledi. Sonrasında olanlar da haklı olduğunu gösterdi. Asil önemli olan bu tarz bambaşka bir muhafazakârlaşma var Türkiye’de. Keza bizim de bu röportajı isimsiz veriyor oluşumuz tam bu korku iklimine işaret ediyor. Ve biraz tarih okumuş olan herkes bilir ki bu iklimden kimseye fayda gelmeyecek. Her şey olup bittikten sonra, toplum olarak hep beraber geri getirmesi çok güç on yılları kaybetmiş olacağız.
D.S.: Bence bu açık bir otoriterleşme.
E.S.: Evet boyun eğme. Diğer yandan toplumun muhafazakârlaştırılmaya çalışılması gerçeği de ortada. Ama ahlakı olmayan bir muhafazakârlaşma bu.
D.S.: Bugünden itibaren her şey tersine dönse bile, son on senedir bu doğrultuda eğitimden geçmiş bir nesil var. Bu yüzden normalleşme zaman alacaktır. Buraya geldiğimde hedefim doktoradan sonra Türkiye’ye dönmek, akademide kalmaya çalışmaktı. Zamanla bu duygudan uzaklaştım.
TÜRKİYE’DEN UMUT KESTİKÇE DÖNÜŞÜ ERTELEDİM
Nasıl bir uzaklaşma duygusu?
D.S.: İlk olarak 2010’da gerçekleşen anayasa referandumundan sonra başladı. Ardından geçen zamanda bu duygu bende git gide pekişti, ülkeye dair kaygılarım arttı. Toplumsal olarak çok ayrıştığımızı, bizim gibi düşünen insanların yalnızlaştığını düşünürken, 2013’te yaşanan Gezi direnişi sırasında birbirinden farklı bu kadar insani yeniden birlik ve dayanışma içerisinde görmek bende bir umut yeşerttiyse de, ne yazık ki bu umut da uzun ömürlü olmadı. Bugün ise içeride eskisinden de şiddetli kirli bir savaşın yeniden başlatıldığı, dışarıda ise savaşın esiğine gelindiği, ölenlerin istatistik veri olmak dışında bir anlam ifade etmediği, çocuk istismarının önemsizleştirildiği, basının, yargının, muhalefetin sustuğu, insanların anayasal haklarını aramalarına dahi müsaade edilmeyen, fakat anayasanın dindar olması gerektiğinden bahsedilen bir noktaya geldik. Durum maalesef hiç iç açıcı değil.
Çevrenizde sizin Türkiyeli olduğunuzu bilenlerin Türkiye’deki gelişmeler karşısında ilgileri nasıl?
D.S.: Bundan 8-10 yıl önce, Türkiye’den olduğumu söylediğimde buralı insanların ilgisini çekiyordu. Benimle konuşmak istiyorlardı, simdi bir sessizlik oluyor. Örneğin Türkiye kökenli, ancak Türkiye’de hiç yasamamış olan genç arkadaşlar, mevcut durumu bizim gibi içeriden gözlemleyemedikleri için, bizim aslında en başından beri hoşnut olmadığımız bazı şeylerden rahatsız olmuyorlardı. Ülkenin adinin duyulur, konuşulur olmasından hoşnuttular. Ama son yıllarda bu tutumun olumsuz yönde değiştiğini hissediyorum. Burada insanlar, Türkiye’yi yakından takip ediyorlar. Geçtiğimiz günlerde komşum, “bu aralar Türkiye’ye gitmesen iyi edersin” diyor bana. Bunu bana 80 yaşındaki otobüs şoförlüğünden emekli, İsviçreli komşum söylüyor.
Sen ne düşünüyorsun, sence nasıl bir değişim var?
D.S.: Türkiye dışarıdan bakan, o kültürü yakından tanımayan bir yabancı için çok renkli ve eğlenceli bir yer olabilir. Ama içinden çıkmış biri olarak benim için git gide yaşanması imkansız bir yere dönüşüyor. Türkiye giderek otoriterleşti. Farklı görüşten kimseye nefes alacak alan kalmadı. Uzun zamandır ne zaman Türkiye’ye gidecek olsam bir kaç hafta öncesinden tedirgin olmaya başlıyorum.
Ne gibi?
D.S.: Mesela şunu düşünüyorum, sosyal medyada paylaştıklarımdan dolayı pasaport kontörlünde beni çevirirler mi? Düşünün ben sıradan bir vatandaşım ve bu endişeyi taşıyorum. Faşizm denen şey de bu değil midir? Sıradan insanın durup dururken izlendiği hissine kapılması ve korkması. Bunun dışında simdi bir de savaş durumu var. Bugün nerede bombalı saldırı olacak, kaç ölüm haberi gelecek acaba diye bekliyoruz. Yakınlarımı ziyarete gitmek istiyorum ama gitsem bile evden çıkamam herhalde diye düşünüyorum. Yakınlarımın işe giderken kullandıkları güzergahları hatırlamaya çalışıp kendimce riskli bulduklarımı arayıp kontrol ettim bir kaç kez güvendeler mi diye. Kim çocuğunu böyle bir ortamda büyütmek ister ki?
En son ne zaman geldin Türkiye’ye
D.S.: En son Nisan başında geldim.
Ne kadar kaldın?
D.S.: İki hafta kaldım.
Endişe duydun mu?
D.S.: Gelmeden önce duydum tabii, ama hava alanının curcunasından uzaklaştıktan sonra genelde o karamsar hava dağılıyor. Sonuçta uzun zamandır görmediğiniz yakınlarınızla bir araya geliyorsunuz. Uzaktayken, Türkiye’nin yalnızca olumsuz taraflarını görüyoruz. Ancak orada normal hayatın akışına kendinizi kaptırdığınızda iyi tarafları daha görünür olmaya başlıyor. Belki de oradayken, vaktin tadını çıkarmak için kötü taraflarını bilerek göz ardı ediyoruz.
YÜZDE 50’NİN SESSİZLİĞİ BENİ TEDİRGİN EDİYOR
E.S.: Burada şunu da eklemek gerekiyor. Pasaport kontrolünden geçtikten sonra dahi yolda yürürken biliyorsun ki, bu insanlar yani iktidarı destekleyenler, çocukları taciz edenlere sessiz, Güneydoğu’da öldürülenlere sessiz, kadınların öldürülmesine sessiz, farklı cinsel kimliklerden olan insanların haklarının yok sayılmasına sessiz, hırsızlığa, yolsuzluğa karşı sessiz. Bütün bu olumsuz tabloya itiraz etmiyorlar, belli ki rahatsız değiller. Bu insanlarla aynı kamusal alanı paylaşmak tedirgin ediyor beni.
Nasıl bir kopuş bu, zihnen mi, moral olarak mı?
E.S.: Ağır basan yanı zihnen bir kopuş. Türkiye’de yakın çevremde, bana benzeyen insanların yazdıklarına vs baktığımda, kendimi giderek o topluma ait hissetmemeye başladım.
Yaşam tarzı, hayat görüşü olarak bana benzeyen insanların mesela HDP konusunda yazıp çizdikleri beni hayli üzüyor. Bir çoğu da önyargı ne yazık ki. Bazı arkadaşlarımla bir iki yıldır konuşmaya çalışıyorum ama bir yere varamıyorum. Böyle olunca da bir süre sonra ben neden dert ediniyorum diye düşünüyorum. Anlamaya çalışıyorum, nedir onları motive eden şey, nasıl bu kadar kapalı ve kör olabiliyorlar, maalesef fazla yol kat ettiğimi söyleyemeyeceğim anlamak adına.
Bulunduğun yerde Türk çevresi ile ilişkileriniz nasıl?
D.S.: Biz, bizim gibi düşünen insanları seçtik. Bizim gibi düşünenden kasıt bire bir aynı siyasi yönelimlerden gelmek değil, ayni etik hassasiyetlere ve aynı normatif bakış açısına sahip olmak.
E.S.: Zaten farklı düşünen insanlar aynı masada oturamaz duruma geldik.
Orada da mı böyle bir polorizasyon söz konusu?
D.S.: Tam olarak Türkiye’deki gibi bir kutuplaşmadan söz edemeyiz, ama biz en başından beri kendi görüşümüze yakın insanlarla bir aradaydık.
E.S.: Aslında farklı görüşlerde olan insanlarla aynı masada oturmak bana çekici geliyor, az önce söylediğim anlamak ihtiyacından kaynaklı. Gel gör ki şimdiye kadar tecrübelerim büyük bir hayal kırıklığından başka bir şey yaratmadı. Yine az önce söylediğime gidiyoruz, kimse kendi fikrinin eksik ve hatalı olabileceğine ihtimal vermiyor ve konuşmalar hızla bir sağırlar diyaloguna dönüşüyor.
D.S.: Gezi’den önce, karşıt görüşü savunan biri hakkında “kendince doğruluğuna inandığı şeylerin arkasında duruyor” diye düşünüp samimi olduğuna inanabilirdim belki de. Ama Gezi’den sonra hala aynı duruşu sergileyen birinin gerçekten inandığı şeyleri savunduğuna, kısacası dürüst olduğuna inanmam imkansız.
GEZİ, UMUT VE ROMANTİZİMDİ
Gezi süreci, Gezi protestoları neydi sizin için?
D.S.: Gezi bizim için çok büyük bir umuttu. Kendimizi küçücük bir azınlığa hapsolmuş, “bu toplumda artik bize yer yok” diye hissettiğimiz bir anda aslında hiç de yalnız olmadığımızı gördük. Bire bir örtüşmeseler bile birbirlerine saygı ve tolerans gösterebilen, dayanışma içerisinde bu kadar çok insanı bir arada görmek, bizde “böyle giderse bir gün geri dönebiliriz” hissine yol açtı ve bu çok güzel bir histi. Oradaki birlik ve beraberlik duygusunu, daha önce hiç tatmamıştım. Ne kadar çok güzel insan varmış diye düşündüm.
E.S.: Romantik bir şeydi. Onu o kadar güzel yapan da romantik oluşuydu. Ne yazık ki, çoklukla sadece romantizmden beslenen hareketler çok uzun soluklu olamıyor. Dünyanın sert gerçekleriyle karşılaşınca yoruldu Gezi. İnsanların kalkıp pazartesi işine gitmesi gerekiyordu, çıkıp akşam gaz yedikten sonra, gündüz televizyonda hiçbir şey olmuyormuş gibi yapması gerekiyordu ki ay sonunda maaşını alabilsin, ailesini geçindirebilsin vs. Ancak kritik bir çoğunluğun hep beraber hareket etmesi halinde vardı bir çıkış yolu, ancak bu da tam da az önce bahsettiğim çok katmanlı, heterojen ülke hamurundan dolayı zor bir şeydi. Bunca güzelliği beceren Gezi hareketinin en nihayetinde tam anlamıyla çok sesli, çok kültürlü bir varoluşta kararlı halini bulamadığını görmek acıydı. Bunun için çabalayan çok güzel insanlar vardı fakat azınlıkta kaldılar. Bu hareketi bastırmaya çalışan insanlar da bunun farkındaydı, onlar da bu yorgunluğa oynadılar.
Hiç mi umut yok?
D.S.: Karşımızda hiç dürüst olmayan bir var oluş var. Adil kalarak yenilemeyecek kadar yozlaşmış bir kurum. Onları yenebilmek için, kendinizden taviz vermeniz lazım. Temiz kalarak kazanılabilecek bir mücadele değil maalesef.
E.S.: Türkiye çok genç ve dinamik bir nüfusa sahip. Büyüme ihtiyacı olan ve her şeye rağmen dünyaya açık bir ülke. Siz ne kadar toplum mühendisliği yapsanız da bunca çapsız bir dünya görüsüyle kontrol edemeyeceksiniz bu toplumu, fiziksel yasalara aykırı, bu kadar basit. Bir noktada toplum mutlaka patlayacak. Ama 1 yıl sonra, ama 5 yıl sonra ama 10 yıl sonra. Onu kestirmek mümkün değil. Dahası bu, bizim şahsi çabalarımızla değişecekmiş gibi de durmuyor.
Gezi bu açıdan bir kırılmaydı ama bitti. Yenisi olur mu, bu ancak toplumun ne kadar sıkıştırılacağıyla ilgili. Türkiye’nin bu şekilde çok uzun müddet gitmesi, ilerlemesi mümkün değil. En temelimde ekonomik açıdan böyle. Uzun bir zamandır yokuş aşağı gidiyoruz ve çok sert bir şekilde duvara vuracağız. Belki bir ekonomik kriz sonrasında insanlar silkinip biz ne yaptık demeye başlayacak. Bunu yıllardır söyleyen bir grup insan olması ve henüz gerçekleşmemiş olması bu saptamanın gerçeklik payını azaltmıyor. Ekonomik sistemler rasyonel tahminlerin çok ötesinde, uzun sureler varoluş gösterebilirler, ama neticede fiziksel yasalar galip gelecektir ve bu ötelenen yıllar sadece yaşanacak krizin boyutlarını büyütecek.
BİZ DÖNÜŞÜ ERTELEDİK, TÜRKİYEDEKİLER DE GELMEK İSTİYOR
Bu olanlar gelecek planlarınızı nasıl etkiliyor?
E.S.: Türkiye’ye dönmeye dair fikirlerimizi kestirilemez bir geleceğe ötelememize yol açıyor elbette. Sadece bizim değil, Türkiye’de yaşayan birçok yakın arkadaşımız da gelecek için başka arayışlar içine girmiş durumdalar. Böyle bir ortamda bizim Türkiye’ye dönmemiz kendimizden çok çocuğumuza haksızlık olur. Biz zaten yaşayacağımızı yaşadık, bu toplumun ürünüyüz, bununla baş etmeyi iyi kötü biliyoruz. Yaşadıklarımız ilk defa bizim başımıza gelmiyor.
Ama aynı şeyleri çocuğumuza yaşatmaya hakkımız yok diye düşünüyorum. Kızımız 1,5 yaşında ve 13-14 yaşına geldiğinde daha özgür ve adaletli bir ülkede yaşamasını isterim.
D.S.: Kuşkusuz insan, doğduğu, büyüdüğü topraklardan kopmak istemiyor, hatta bunu düşünmek insanı üzüyor olsa bile karşı karşıya olduğumuz gerçek bu. Bu şartlar altında geleceği konusunda seçme şansı olmayan çocuğumu, hali hazırda çok daha makul şartlarda yaşama şansı varken, niye riske atayım. Anne olduktan sonra bu duygu daha ağır basmaya başladı.
BURADA RAHAT OLSAK DA YABANCIYIZ
Hangi şartlarda Türkiye’ye dönersiniz?
D.S.: Öncelikle her gün onlarca insanin canına mal olan, hayatlarımızı tehdit eden savaş koşullarının sona ermesi gerekiyor. Hukukun üstünlüğü, erkler ayrılığı, yargı bağımsızlığı yeniden tesis edilmeli. Laiklik olmazsa olmaz. Anayasal özgürlükler, hukuki güvence altına alınmalı. Bunlar ilk aklıma gelenler. 7 Haziran 2015 seçim sonuçları Meclis’e yansıyabilse ve hükümet kurulabilseydi, belki o zaman geleceğe dair en azından bir umudumuz olabilirdi.
Burada imkanlarımız uygun olsa da, sonuçta yabancıyız. Kendimizi ülkemizdeki kadar rahat hissetmemiz mümkün değil. Elbette ki eninde sonunda ülkemize dönmek isteriz. Şu anda ülkemize dönmeyi istemiyor olmak beni üzüyor açıkçası. Ailelerimiz, dostlarımız, geçmişimiz orada. Kızımızın Türkiye’de akrabaları ve yakınlarıyla beraber sevgi dolu bir ortamda büyümesini ne çok isterdim. Burada çocuk konuşmayı bile öğrenemiyor. Türkiye’de bir iki hafta geçirdiğimizde çıkardığı ses ve kullandığı hece sayısı bile artıyor.
Akademik kariyeriniz açısından…
D.S.: Kişisel kariyerim açısından da Türkiye’ye dönmek çok anlamlı gelmiyor. Çünkü şu anki mevcut şartlarda Türkiye’de avukatlık yapmak beni mutlu etmezdi. Tamamen siyasallaşmış ve hiç bir güvencesi kalmamış hukuk sistemi içinde avukatlık mesleğini icra etmenin hiç bir çekici tarafı yok. Elbette, devletin veya devlet erkanından birinin yahut bir yakininin taraf olmadığı davalarda hukuk hala işliyor olabilir ama aksi durumlarda hukuk ne yazık ki bitti artik.
E.S.: Ben evrensel hukukun geçerli, basının özgür olduğu, Meclis’in hür iradesinin olduğu, toplumsal taleplerin Meclis’e yansıdığı, yasama, yürütme, yargı arasında denge, denetim mekanizmasının olduğu bir Türkiye’ye dönmek isterim.
E.S mesleki açıdan Türkiye’ye dönsen daha iyi şartlara sahip olabilirsin, bu dönmek için cazip bir neden olamaz mı?
E.S.: Bugün Türkiye’ye gelsem mesleki açıdan kuşkusuz avantajlı olurum. Ama benim yaptığım işi yapabilmenin asgari temeli, insanların hukuka güveninin olması. Hukukun olmadığı yerde yatırım da, finans da olmaz. 2008-2009 döneminde Türkiye’ye dönerim dediğim zaman beni motive eden şeylerden biri mesleki avantajlarımdı ama son yıllarda olanlardan sonra böyle bir şey artık mümkün değil.
D.S.: Bir de şu var Türkiye’nin geleceği öngörülebilir değil.
KIZIMIZI ÖZGÜR ORTAMDA BÜYÜTMEK İSTİYORUZ
Kızınız mı şu anda en büyük neden Türkiye’ye dönmemek için?
D.S.: Bu çok baskın bir neden. Mesela eğer Türkiye’de yaşıyor olsaydık kızımızı hangi okula vereceğimiz çok büyük bir sorun olurdu. Devlet okuluna veremeyeceğimiz belli. Eğitim sistematik bir şekilde kimseye sorulmadan dindarlaştırıldı. Özel okulların da müfredatlarında Milli Eğitim Bakanlığı’nın öngörülerinden çok bağımsız olabildiklerini sanmıyorum, ayrıca buralarda çocuk okutmak bir servet demek. Çevremde sırf bu yüzden çocuk yapmayan arkadaşlarım var.
Kısacası burada kızımızı özgür bir ortamda büyütme imkanımız olabileceği için Türkiye’ye dönmeme fikri ağır basıyor.
E.S.: Geçen sene Türkiye’den bir teklif aldım. Ülke şartlarında çok çok iyi koşullar sunuyorlardı. Cevap vermem 10 saniyeden kısa sürdü. O teklifi kabul etsem, İstanbul’a yerleşsem orada yaşayacağım hayat buradakinden daha yüksek standartta olacaktı ama kızımın geleceğini düşündüğüm için bir an dahi düşünmedim, kabul etmedim gelen teklifi.
D.S.: Türkiye’ye şu an baktığımda orayı, olması gerektiği gibi, bir arada yaşamaktan memnun insanların ülkesi olarak görmüyorum. Halbuki bir ülkeyi ülke yapan üzerinde yasayan insanların ortak bir arada kalma iradesidir. Bu insanlar ortak şeylere sevinip ortak şeylere üzüldüğü müddetçe o ülke var olur. Türkiye’de şu anda tam tersi var. Herkes bir diğeriyle bir arada olmaktan şikayetçi. Birileri, diğerlerinin üzüntülerine seviniyor. Acılarda bile ortaklaşamayan bir toplum olduk. Bu iç kopuşun normalleşmesi gerek.
KAYNAK: MURAT AKSOY / HABERDAR
(Bu yazı dizisi Objective Araştırmacı Gazetecilik Programı’nın bursuyla gerçekleştirilmiştir)