Eski Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Ergün Yıldırım, sosyal medya hesabından Yeni Şafak’tan ayrıldığını duyurdu.
Yeni Şafak’ta çıktığı günden beri yazılarının yayınlandığını belirten Ergün Yıldırım sansür nedeniyle son bir yıldır siyasi yazılar yazamadığını buna rağmen son iki yazısının yayınlanmadığını söyledi.
Yıldırım, “Zorunlu açıklama” diyerek yaptığı paylaşımda, “Yeni Şafak gazetesi çıktığından beri Düşünce Günlüğü sayfasında yazıyordum. 2012 yılında köşe yazmaya başladım. Son yıllarda özgürce yazma imkanımız iyice daraldı. Son bir yıldır siyasi yazıları yazmayı bıraktım. Son iki yazım yayınlanmadı. Yazılarıma son verildi. Yeni Şafak tamamen çıktığı zamanki felsefesinden bambaşka bir aşamaya geldiği gözüküyor. Bizim için islam, demokrasi ve eleştirel düşünce merkez oldu. Buna tahammülü olmayan yerlerde zaten işimiz olmaz. Hayırlısı olsun” ifadelerini kullandı.
Yıldırım daha sonra Yeni Şafak’ta yayımlanmayan “Nefsi emmare yangınları” başlıklı yazısını sosyal medya hesabından paylaştı.
Zorunlu açiklama:
Yeni Şafak gazetesi çıktığından beri Düşünce Günlüğü sayfasında yazıyordum. 2012 yılında köşe yazmaya başladım. Son yıllarda özgürce yazma imkanımız iyice daraldı. Son bir yıldır siyasi yazıları yazmayı bıraktım.Son iki yazım yayınlanmadı. Yazılarıma son verildi— Ergün Yıldırım (@ErgunYildirimTr) August 7, 2021
Yazı şöyle:
“Kıyametin de çeşitlerinden bahsetmek mümkün. Toptan yok oluşlar, sarsıntılar, kaçışlar… Hayatın sonu, varlığın sonu, toplumun sonu, insanın sonu…İnsanın ölümü onun kıyametidir, küçük kıyamet der buna peygamber. Peki ya toplumların, bölgelerin, şehirlerin, kasabaların kıyameti? Allah’ın kitabında anlattığı çeşitli toplumların yok oluşu onların dünyadaki kıyameti değil mi? Yeryüzünün belli bir toplumu veya kenti tamamen yok oluyor. Yok olurken cehennemi de yaşıyor. Sesle, suyla ve depremle yokluklara karışıyorlar. İmtihanları kaybeden toplumlar ve şehirler gazaplarla karşılaşıyorlar. Toptan yokluğa sürükleniyorlar. İsyanın, kibrin ve inkarın karşılık bulduğu bir kıyamet. Lokal, sosyolojik ve kentsel bir kıyamet. Küçük kıyamet.
Yeni Şafakta yayınlanmayan son yazım. pic.twitter.com/KYQFyqXqfz
— Ergün Yıldırım (@ErgunYildirimTr) August 7, 2021
Yangılardan geçerken de bunu yaşıyoruz. Küçük kıyameti ve küçük cehennemi yaşıyoruz adeta. Lokal yangınlar, lokal yok oluşlar, lokal kaçışlar…Ateş önüne geleni yok ediyor. Hayvanlar yanıyor, evler yanıyor, bağ ve bahçeler yanıyor. İnsanlar bütün bu dünyalıklarını bırakarak kaçıyor. Şaşkın ve çarpılmış durumdalar. Tam bir küçük kıyamet hali. Tam bir küçük cehennem hali. Cehennemin yeryüzündeki provası. Ateştir cehennem. Yakandır cehennem. Yok edendir cehennem. Yangınlar da bunu yapıyor.
Sabotajlar var, zafiyetler var, sıcakların kudurması var, küresel ısınma var…Hepsi var. Ancak metafizik açıdan bunların hepsi vesile. İnsanların hırsları, ahlaksızlıkları, kudurmuş benlikleri…İnsanların nefsi emmare kesilmeleri. Bencillik, haz ve günaha batmaları. Bütün bunlar nesnel sebepler. Peki ya bunun metafiziği ? Yangınların meydana gelişinin metafiziği yok mu? Nefsi emmare kesilmenin sonucu olamaz mı? İnsanın, toplumun, kentin ve bölgenin nefsi emmare toplumu, nefsi emmare şehri, nefsi emmare bölgesi haline gelmelerinden bahsedemez miyiz? Kendisini salt eğlenceye, günaha, tabiatı yağmalamaya adamış bir birey ve toplum bilincinin hiç mi kabahati yok?
PKK da yakmış olabilir, çocukların torpilleri de yakmış olabilir, sıcak hava dalgaları da. Bütün bunlar zahiri sebepler. Elbette bunlar üzerine gidilmeli. Elbette bunlar araştırılmalı. Elbette devletin yeterli önlem almama durumu araştırılmalı. Ancak bütün bunların ötesinde bu kadar büyük bir yangın bize bir şeyler anlatmış olmalı. Yangının dili olsaydı ne derdi acaba? Ormanın dili olsaydı ne derdi acaba? Hayvanların dili olsaydı ne derdi acaba? Allah’ın yarattıklarına karşı saygısız davranışlarımızı kınarlardı. İsyankârlığımızı, yağmalamamızı, para ve haz bürüyen hırsılarımızı kınarlardı.
Birkaç yıldır büyük gazaplardan ve büyük imtihanlardan geçiyoruz. Kovit imtihanı hala devam ediyor. Şimdi bir de yangınlar imtihanı ve gazabı çıktı. Daha lokal bir imtihan bu. Bir kıyamet ve bir cehennemi andırıyor. Kur’an’da anlatılan cehennem ve kavimlerin imtihanının güncellenmiş biçimi. Capcanlı tablolar. Kıyamet sahneleri.
Hep yangınları dünya gözüyle konuşuyoruz. Hatta onun etrafında siyasetçiler siyaset üretiyor, kavga etmek isteyenler de kavga ediyor. İktidar ve muhalefet yangın etrafında dönüyor. Ancak bu dünya işlerinin ötesine de geçmeliyiz. Yangının metafizik anlamı üzerine düşünmeliyiz. Öncelikle yangının çıktığı kasabalar, şehirler ve topluluklar düşünmeli. Sonra da bütün toplum düşünmeli. Kent ve bölge, insanlar ve köylüler kendi üzerine düşünmelidir. Türkiye’ de kendi üzerine düşünmeli. Turizm, yani tur ideolojisinin ürettiği yaşama pratiğinin anlamı üzerine düşünmeli. Nefsi emmare ile dolup taşan bu yaşama pratiğini sorgulamalı. Plaj toplumu üreten ve sonra da bunu bütün topluma yayan kültürle hesaplaşmalıyız.
Her derdin, her kazanın, her olayın mutlak sahibi Allah’tır. Yangının da öyle. Bu nedenle de bunun arkasındaki mesaj nedir, bu gazaptan çıkaracağımız ibret nedir diye durup düşünmemiz gerekir. Kent ve bölge kıyametleri neden oluyor? Kent ve bölge cehennemleri neden gerçekleşiyor? Dünyevi tedbirleri almak kadar ruhani tedbirleri almak da büyük bir önem taşıyor. Hatta Müslüman için ruhani tedbirler daha da önemli. Çünkü dünyevi tedbirler tamamen buna bağlı. Bunun yolu, nefsi emmare pratiklerinden, yönelimlerinden ve kolektif ilişkilerden kurtulmaktan geçer.”
Ergün Yıldırım’ın Yeni Şafak’ta yayımlanmayan “Medya, fonlanma ve muhaliflik” başlıklı bir önceki yazısı ise şöyle:
“Türkiye’de ciddi bir konu yeniden gündem geldi. Bunun üzerinde düşünmeli, tartışmalı ve çözümler geliştirmeliyiz. Yoksa bu tartışma sadece muhalifini, karşı görüleni ve sevilmeyeni vurmak için bir kurşuna döner sadece. Bu da sorunu daha da kangren hale getirir ve Türkiye’nin medya şartları daha da kötüleşir. Bahsettiğimiz konu medyanın fonlanması. Türkiye’de daha önce de bir araştırma projesi ile gündeme gelen yabancı destekli medya ve onun fonlanma meselesi. Öncelikle fonlanmanın bütün boyutlarıyla ele alınması gerekir. İktidar ve muhalefet cephesine ilişkin bütün yabancı ülke medya destekleri tartışmaya dahil edilmeli. Sadece muhalif medyayı destekleyen fonlar değil, diğerleri de tartışılmalı. Çin devletinden ve İran’dan alınan destekler buna örnektir.
Bu fonlamalar gönüllü, sivil, demokrasi ve insan haklarını desteklemeye matuf apolitik nitelikler taşıyan vakıflar üzerinden gerçekleşiyorsa belli meşruiyetleri var. Muhalif de olsalar , sevmediğimiz fikirleri de savunsalar böyledir. Örneğin eşcinsellik dalgası bana göre son dönemin en tehdit edici sorunudur. Medyascop, Duvar Gazete, T 24 gibi muhalif medya bunu destekleyen propagandalar yapıyor. Ama yine de medya çalışması meşruiyeti vardır. Ancak bu medya gruplarının vakıflar üzerinden aldığı fonları, devletlerin dolaylı yönlendirmelerinin bir parçası ise bunu araştırıp ortaya koymak da istihbarat birimlerimize düşer. Soruşturup cezalarını vermek de yargıç ve hâkimlerimize.
Elbette bu konuda üzerinde düşünmemiz gereken bir boyut daha var. Türkiye’de neden egemen konumunu kaybeden medya çevreleri Batı egemen düzeninin söylemsel parçası ve onun propaganda uzantısına dönüşüyor? Bu durum, aydın çevrelerin tarihi, sınıfsal ve ideolojik konumları ile ilgili olduğu kadar Türkiye’de kaybettikleri rolleri ve muhalif konuma düşmeleriyle de ilgili. Beyaz Türk sınıfından, sol, batıcı ve laik ideolojik kimlikten gelen bu çevreler, Türkiye’de ilk defa egemen medya rollerini kaybettiler. Bu da onları alternatif bir medya oluşturarak varlıklarını sürdürmek için yeni işbirliklerine ve radikal muhalif davranışlara itti. Ana medya, ana muhalefet haline dönüştü. Oysa daha uzlaşmacı yöntemler geliştirilseydi farklı bir gelişme yaşanabilirdi.
Nasıl?
Ana medyanın nitelikli ve yeni sosyolojik ve politik yükselişi algılayarak uzlaşmadan yana olan gazeteciler işlerinden edilmez. Yeni yükselen medya aktör ve aydınları ile ortak bir zeminde buluşma gerçekleşebilir. Böylece hem alternatif güçlü bir medya doğmazdı hem de güçlü medya muhalefeti ortaya çıkmazdı. Oysa önemli ölçüde kendi inisiyatifini kullanamayan, entelektüel sermayeye yeterince sahip olmayan, tecrübesiz olan, hayatı mahalle mağarasında geçen ancak yükselme şehvetiyle tutuşan kişiler öne çıkarıldı. Bu yeni dalga gazeteciler çok kısa sürede yükselmek için her şeyi yapmaya hazır kıtalar haline geçti. Kendisi gibi düşünen kitleleri etkiledi, ancak ana medyanın kamuoyuna etkide bulunamadılar. Bundan dolayı ana medya iskelet olarak varlığını sürdürdü. Bir zamanlar en çok okunan Hürriyet yerine bugün Sözcü gazetesinin geçmesi bunu ifade eder.
Yeniden medya ve fonlanma ilişkisine dönersek…Bu ilişkiler üzerine araştırmalar, eleştiriler ve tartışmalar daha bilimsel, daha serin kanlı, daha hakperest ve üstelik uluslar arası antlaşmaları da dikkate alarak yapılmalı. Bunun yerine polisiye dil, operasyon tutumu, kara propaganda ve siyasal tarafa güç kazandırma biçiminde yürürse medya sorunumuz daha da kötüleşerek devam eder. Körler ve sağırlar dövüşü içinde daha epeyce debelenip dururuz. İnsanlar medyadan kaçar. Gazeteler okunmaz, televizyonlar izlenmez. Depolitizasyon ortaya çıkar. Gençler politik olandan kaçar. Kararsızlar ve boş oy atanlar çoğalır. Bugün ki araştırmalar da bunu gösteriyor.
Sonuçta ciddi bir “medya sorunu”muz var bugün. Bunu çözmek için de aklı selimle, kalbi selimle, kudret-i selimle hareket etmeliyiz. Farklı düşüncelerden korkmamalıyız. Menfaat ve çıkar ilişkilerden bağımsız düşünme yollarını açık tutmalıyız. Millet, demokrasi, insan hakları ve ahlak ilkeleri temelinde yeniden buluşmanın yollarını aramalıyız.
Bizim medya ile ilişkimiz ne ihale, ne çıkarcılık, ne de siyasal amigoluğa dayanıyor. Yıllar içinde okuyan, düşünen yazan ve mücadele eden bir dergiler ve yayınlar geleneğinde yetiştik. Milletimizin ve inancımızın önünü açan siyasetin ve doğruların savunuculuğunu da yapmaktan çekinmedik, çekinmeyiz. İftira ve kara propaganda güçleriyle birleşerek hücuma geçenler için de mutlak güç Allah’tır diyoruz!”