Eski Bakan Hüseyin Çelik, Türk Sanayicileri ve İş İnsanları Derneği (TÜSİAD) soruşturması, kayyum atamaları ve gündeme dair diğer gelişmeleri değerlendirdi. Çelik, “Vergisini veren vatandaş seni denetleme hakkına, eksiklikleri ve yanlışları söyleme hakkına sahiptir. İtiraz etme…” dedi. Son dönemde artan yargı baskısı, gazetecilerin gözaltına alınıp tutuklanması, siyasetçilere açılan davaları madenlerdeki ‘Grizu birikmesi’ne benzeten Çelik, “Madenlerde havalandırma yoksa ve zehirli gazlar dışarıya atılmıyorsa küçük bir kıvılcım tüm madeni patlatabilir” dedi.
‘TAHAMMÜLSÜZLÜKTEN KURTULMAK GEREK’
Karar TV’de Elif Çakır ve Yıldıray Oğur’un sorularını yanıtlayan eski Kültür ve Milli Eğitim Bakanı (MEB) Hüseyin Çelik, Adalet Bakanı Yılmaz Tunç’un, “Herkesin fikirlerini söyleme, düşüncesini açıklama özgürlüğü var. Ancak bazıları seçilmiş dosyalar üzerinden hukuk sistemimizi zedeliyor. Amaçları farklı” şeklindeki açıklamasını değerlendirdi. Ayrıca son dönemde artan yargı baskısını, gazetecilerin gözaltına alınması, tutuklanmaları, ev hapsine alınmaları ve politikacılara açılan soruşturmalarla birlikte yaşanan baskıyı “grizu birikmesi”ne benzeterek şu ifadeleri kullandı:
“TÜSİAD yargı bağımsızlığından, memleketteki denetimsizlikten bahsediyor. Bolu’daki yangınla ilgili söyledikleri, herhangi bir vatandaşın söyleyeceği şeylerdir. Bu sözler rahatsız edici, sarsıcı olabilir ancak şiddet üretmediği ve illegal bir tartışmayı davet etmediği sürece fikir özgürlüğü kapsamındadır. Eğer bir toplum konuşuyorsa, toplum sağlam ve sağlıklı bir toplumdur. Eğer bir toplum susturulmuş ve bastırılmışsa, konuşmak isteyen insanlar korkutuluyorsa, esasen o toplumun geleceğinden korkmak gerekir.
Madenlerde havalandırma varsa, grizu birikmesi olmuyorsa, orada bir patlama olmaz. Ancak madenlerde havalandırma bacası yoksa ve zehirli gazlar dışarıya atılmıyorsa, küçük bir kıvılcım tüm madeni patlatabilir ve faciaya sebep olabilir. Bu açıdan bakıldığında, bugün konuşan HÜDA-PAR’a, TÜSİAD’a veyahut hükümetin lehine olmayan her ses engellenmeye çalışılıyor.
Türkiye’nin problemini, hükümetin istediği doğrultuda konuşma yapanların yolunun açılması ancak statüko aleyhine konuşmalar yapıldığında veya yapılma ihtimalinin doğduğunda dahi tahammül edilmemesi olarak ifade eden Çelik, bu ikiyüzlülükten kurtulmak gerektiğini söyledi.”
‘ELEŞTİRMEK VERGİ VEREN HERKESİN HAKKI’
TÜSİAD’ın bir siyasi parti gibi açıklamalar yapabileceğini ifade eden Çelik, “Vergisini veren vatandaş seni denetleme hakkına sahiptir. İtiraz etme, gördüğü eksiklikleri, yanlışları dile getirme hakkına sahiptir. Bu sadece TÜSİAD’ın hakkı değil. KDV yoluyla bile sıradan vatandaş, eğer vergi veriyorsa, bırakın yani vergi mükellefi olmasını, tüketim vergisi veren her vatandaşın, iktidarları, hükümetleri acımasız bir şekilde eleştirme hakkı vardır. Acımasızlıktan kastım, meşruiyet içerisinde kalarak suç işlememek, tahkir etmemek yani kimseye hakaret etmeden bunu yapabilir” dedi.
Eski Bakan Çelik, Türkiye’deki kurumlar vergisinin yüzde 80’ini TÜSİAD üyelerinin ödediğini, ancak tartışmalar sonucunda hükümet yetkililerinin vergilerin yüzde 45’inin teşvik olarak geri iade edildiği yönündeki açıklamalarını hatırlatarak, “Eğer TÜSİAD bu kadar kötü ve illegal bir yapılanmaydı, o zaman neden bugüne kadar teşvik verdiniz?” şeklinde bir soru yöneltti.
TÜSİAD’A HESAP SORULUYOR TOBB’A SORULMUYOR
Karar’ın aktardığına göre Hüseyin Çelik, yaşananların kendisine 28 Şubat dönemini anımsattığını belirtti:
“TÜSİAD’a hem teşvik vereceğiz, hem de bu insanlar kurumlar vergisinin yüzde 80’ini ödeyecekler. Diyelim ki yılda bir kez bir araya geldiklerinde, toplumda gördükleri eksiklikleri, aksaklıkları, yanlışlıkları, hukuksuzlukları ve ekonomik gidişatın kötü olduğunu eleştiren bir konuşma yapacaklar. Hemen ardından savcı devreye girecek. Bu durum bize 28 Şubat dönemini hatırlatıyor. Şu isimleri herkes hatırlayacaktır: Nuh Mete Yüksel, Sabih Kanadaoğlu, Vural Savaş, Nusret Demirel… Bunların isimleri adeta ezberlendi. Sayın Cumhurbaşkanımız İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanıyken, dönemin iktidarı uzun süreli iki soruşturma açıyor, kısa süreli de bir soruşturma açıyordu. Peki, ne oldu şimdi? Aynı şeyi Ekrem İmamoğlu’na yapıyorlar. Ekrem İmamoğlu sütten çıkmış ak kaşıktır, hiç hata yapmaz falan, ona soruşturma açılmaz, böyle bir iddiam yok. Elbette Ekrem İmamoğlu’na soruşturma açılması gerekiyorsa açacaksınız. Ancak bu durum gerçekten sırıtmaya başladı.”
İktidar kanadına yakın gazetecilerin TÜSİAD’ın 28 Şubat dönemindeki günahlarını ortaya döktüğünü söyleyen Çelik, aynı dönemi destekleyen TOBB’dan neden hesap sorulmadığını sordu.
Çelik, tüzel kişilerin suç işlemediğini ancak bireylerin suç işleyeceğinin altını çizerken Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Partiler suç işlemez, kişiler suç işler” cümlesini hatırlattı.
‘OLAĞANÜSTÜ HAL YASALARI DEVAM ETMEMELİ’
Olağanüstü hal döneminde çıkartılmış olan yasaların hâlâ yürürlükte olduğunu dile getiren Çelik, artık bu halden kurtulması gerektiğini söyledi. Çelik, susturulmanın sonucunun daha vahim hale geleceğini ifade etti.
“Bir sivil toplum örgütü ve kendi insanınızın legal zeminlerde, meşruiyet içerisinde söz söylemelerine müsaade etmezseniz, onları susturursanız onlar dışarıda konuşmaya başlar. Neticede Sayın Recep Tayyip Erdoğan eğer bu ülkenin cumhurbaşkanıysa, AK Parti hükümeti bu ülkenin iktidarıysa TÜSİAD eleştirilerini oraya yapacak. Sitem edecekse oraya edecek. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin biliyorsunuz 10. maddesi diyor ki, fikir özgürlüğü alt-üst edici ve rahatsız edici olabilir. Ama buna rağmen buna katlanmak zorundasınız. Aksi takdirde demokrasi olmazsınız.
İnsanlara kendi ülkelerinde rahat nefes alma fırsatı vermezseniz, iki şey olur: Ya yeraltına inerler, ya da yurt dışına giderler. Örneğin, Namık Kemal, Ziya Paşa ve Ali Suavi İstanbul’da gazetecilik yaparken, gazete makaleleri yazarken parlamenter sisteme dair imalarda bulunuyorlardı. İstemiyorlardı demiyorum, ama imada bulunuyorlardı. Bu bile o dönemin hükümetine çok ağır geldi ve onları sürgüne gönderdi. Ali Suavi, 1867’de Londra’da çıkardığı Muhbir Gazetesi’nin İstanbul’daki baskısının kapatılmasının ardından, gazetesinin ilk sayısında şu cümleyi yazmıştı: “Muhbir, doğru söylemek yasak olmayan bir memleket bulur, yine çıkar.”
‘DÜN SİZE YAPILANI BUGÜN BAŞKALARINA YAPMAYIN’
Bugün ise medya yoluyla kimseyi susturmak mümkün olmadığını ifade eden Çelik, AK Parti’ye seslenerek, “Demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olma iddiasıyla yol yürünüyorsa, özgürlükleri korku iklimi kullanarak susturamayacağınızı bilmelisiniz. Geçmişte size yapılmasını istemediğiniz şeyleri, bugün başkalarına yapmayın” dedi.
“Soruşturma açabilirsiniz, televizyonları onlara kapatabilirsiniz. Televizyonlar, aykırı görüş söyleyecek kimseleri ekranlara çıkarmaz. Ama bugün, mesela YouTube üzerinden yayın yapıyorsunuz, değil mi? Türkiye’de 75 milyon internet kullanıcısı var. Ya Kuzey Kore ya da Çin gibi interneti kısıtlar, sadece kendi propagandanızı yapmaya izin verirsiniz, ya da İran gibi kısıtlama getirirsiniz. Ama eğer gerçekten demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olma iddiasında iseniz, bu özgürlükleri yargı sopası, asker sopası veya korku iklimi kullanarak susturamayacağınızı bilmelisiniz. Ben buradaki AK Parti’li yönetime, hâlâ mensubu olduğum AK Parti iktidarına sesleniyorum: Geçmişte size yapılmasını istemediğiniz şeyleri, bugün başkalarına yapmayın. O dönemde, siyasi parti kurmuş, kısa bir süre sonra başbakan olacak kişinin önüne engeller koymak, çelme takmak için yargı kullanılıyordu. Böyle bir şey yapmak doğru değil. Sonuç alamazsınız, aksine o kişiyi mağdur ve mazlum hâle getirirsiniz. Kendimizi aldatmayalım.”
‘KAYYUM ATAMLARI DEMOKRASİYİ ZEDELİYOR’
Yıldıray Oğur, Hüseyin Çelik’e bir yandan süren çözüm sürecine rağmen Van Belediyesi’ne atanan kayyım hakkındaki görüşlerini sordu. Çelik, kayyum atamalarının demokrasiyi zedelediğini, bu hamlelerin çok istisnai durumlarda atılması gerekirken genellik kazanmaya başladığını ifade etti.
“Ben kesinlikle kayyum tayin etmenin son derece yanlış, demokrasiyi yaralayan ve zedeleyen bir uygulama olduğuna inanıyorum. Bu, çok istisnai olması gereken bir durumken, adeta genellik kazanmaya başladı. Bunu yanlış buluyorum. Sayın Abdullah Zeydan veya başka birisi, elbette suç işleme imtiyazına sahip değildir.
Kendisinin durumu ile ilgili verilen kararı, gerekçeli kararını görmedim. Dolayısıyla bir hukukçu da değilim ve onun üzerine yorum yapacak değilim. Ancak eskiden, bir belediye başkanı suçlu bulunup görevden alındığında, belediye meclisi toplanır ve kendi içerisinden yeni bir belediye başkanı seçerdi. Nitekim, Sayın Erdoğan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı iken, 1998’de belediye başkanlığı düşürülmüş ve bir dava açılmıştı. O dava Siirt’te okuduğu bir şiirle ilgiliydi. Tayyip Bey’e ceza verildi, belediye başkanlığı düştü. O dönemin askeri vesayet zihniyeti, yani 28 Şubat dönemi, isterse kayyum atayabilirdi ama atamadılar. Bunun yerine, İstanbul Valisi o dönemde belediye meclisini toplantıya çağırdı ve yeni bir başkan seçilmesi prosedürünü başlattılar. Ancak, 15 Temmuz hain kalkışmasından sonra olağanüstü hal ilan edildi ve olağanüstü hal koşullarında belediye meclislerinde seçim yapılmasına ilişkin hüküm değiştirildi; doğrudan kayyum atama yöntemi getirildi. Bunu çok yanlış buluyorum ve olağanüstü şartların değiştiği göz önüne alındığında, bunun değiştirilmesi gerektiğini düşünüyorum.”
ERDOĞAN NEDEN ÇEKİMSER?
Çelik’e, MHP’nin yürüttüğü çözüm süreci hakkında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın zaman zaman konuya müdahil olduğunu, zaman zaman da çekildiğini nasıl değerlendirdiği soruldu. Çelik, “Sütten ağzı yanan, yoğurdu üfleyerek yiyor” şeklinde yanıt verdi.
“Sayın Cumhurbaşkanı sütten ağzı yanan, yoğurdu üfleyerek yer misali bir yaklaşım sergiliyor. Önceki çözüm süreci adı altında başlayan süreçte birçok şey alt üst oldu ve hükümet bundan ciddi zararlar gördü. Şimdi eğer bu süreç de öyle olursa, Sayın Cumhurbaşkanı kamuoyuna şu şekilde açıklama yapabilir:
“Arkadaşlar, benim küçük ortağım böyle bir açıklama yaptı. Bir iyi niyet beyanında bulundu, biz de ona meydan verdik, yol açtık. Olursa iyi olur dedik, ama bu doğrudan bizim ürettiğimiz bir proje değil. Dikkat ederseniz, bu konuda doğrudan benim ağzımdan çıkan bir yol haritası yok. Ama bu olmadıysa, bu bizim suçumuz değil, iktidarın suçu değil.”
Yani, eğer süreçte bir olumsuzluk yaşanırsa, iktidar ve AK Parti’yi buradan sıyırma gibi manevralar yapılabilir. Ancak, eğer olumsuzluk olmaz ve süreç iyi ilerlerse, bu işin sahibi Cumhur İttifakı olur, “Yolunda gidiyor” denir ve yola devam edilir.”
‘PYD, SURİYE’DE ETKİ ALANINA SAHİP’
Hüseyin Çelik, Türkiye’nin Suriye’nin yeni sürecinde yapıcı bir konum alarak abi pozisyonunu üstlenebileceğini belirtti:
“Eğer Türkiye, Suriye’de saygın bir konumda olmak ve sözünün herkes tarafından dinlenmesini sağlamak istiyorsa, bir tarafı aleni şekilde düşman ilan ederek, diğer tarafa ise açıkça dostluk beyanında bulunarak bu hedefe ulaşamaz.
Suriye’deki PYD, YPG gibi oluşumlar Türkiye tarafından PKK ile özdeşleştiriliyor. Evet, PKK, YPG’yi eğitip yönlendiriyor, ancak şunu belirtmek isterim: Suriye’deki Kürtler, Amerika’nın ve PKK’nın etkisi altına itildi. Türkiye’nin yanlış politikaları, bu durumu pekiştirdi. Özal döneminde Barzani ve Talabani’ye verilen destek, eğer o dönemde Suriye Kürtlerine de verilmiş olsaydı, onları Türkiye’nin dostu ve müttefiki yapabilirdik. O zaman, Türkiye’deki Kürtlerin de gönlünü kazanabilirdik. Ancak şu anda sürdürülen yanlış politikalar yüzünden, PYD’nin yüzde 40 oranında bir etki alanına sahip olması mümkün olmuşsa da, bu durum gerçekçi değil.
Türkiye, Suriye’deki bu sorunu çözmek için bir abi rolü üstlenebilir. Ancak bu, hem dostluğu ilan ederek hem de düşmanlıklar besleyerek olmaz. Türkiye, Suriye ile olan tarihi bağları, coğrafi yakınlıkları ve güçlü uluslararası pozisyonu ile bu sürece liderlik edebilir. Ancak, bu yapıcı bir pozisyonda olmalı, düşmanlıklar yaratılmamalı.
Suriye’deki Kürtleri sadece PYD veya YPG eksenine oturtarak, onları topluca düşmanlaştırmak yanlış olur. Suriye’deki 15 Kürt partisinden sadece biri PYD’dir. Türkiye’de de Kürt halkını tümüyle PKK ile özdeşleştirmek yanlışsa, aynı şekilde Suriye’deki Kürtler de PYD veya PKK ile bir tutulmamalıdır.
Ayrıca, sıkça gündeme gelen bir diğer konu da Demokrat Parti ve Abdullah Öcalan’la ilgili yapılan benzetmelerdir. MHP Türkçülük üzerinden siyaset yapıyor, ancak ona “Türk Partisi” denilmiyor. Aynı şekilde, Demokrat Parti de Kürt etnisitesine dayalı bir siyaset izliyor, ama ona da “Kürt Partisi” denilmesi doğru değildir. Türkiye’deki 20 milyon Kürt’ün 12 milyonu Demokrat Parti’ye oy vermiyor. Bu durumu göz önünde bulundurarak, tüm Suriye Kürtlerini bir grup veya bir partiyle özdeşleştirmek, düşman üretmekten başka bir şey yapmaz. Bu yanlıştan kaçınılmalıdır.”