Türkiye 14 Mayıs’ta adil bir seçime mi gidiyor? Muhalefet iktidarı devletin tüm olanaklarını kullanmakla suçlarken adil bir seçime gidilip gidilmediği tartışılıyor.
Türkiye’de seçimlere yaklaşılan süreçte muhalefet partileri iktidarı devlet olanaklarını parti kampanyaları için kullanmakla ve bazı medya organlarını da partilere eşit davranmamakla suçlarken, 14 Mayıs’ta sandıklara ne kadar “adil” şartlarda gidildiği tartışılıyor.
Geçmiş dönemlerdeki seçimleri gözlemci olarak Türkiye’nin daveti üzerine izleyen Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) ve Avrupa Konseyi gibi kuruluşlar, hazırladıkları raporlarda seçimlerin genel olarak demokratik bir olgunlukta geçtiğini ancak taraflar için özellikle kampanya döneminde şartların adil olmadığına vurgu yapmıştı.
Bu seçim sürecinde de muhalefet kanadından benzer eleştiriler yükseliyor.
Millet İttifakı adayı Kemal Kılıçdaroğlu’nun kampanya filmleri başta kamu yayıncısı TRT olmak üzere bazı TV kanalları tarafından yayımlanmak istenmemiş, CHP de TRT’nin bu tutumunu yargıya taşıyarak suç duyurusunda bulunmuştu.
Son olarak Türkiye’nin Lefkoşa Büyükelçisi Metin Feyzioğlu’nun Kıbrıs’ta Cumhur İttifakı propagandası yaptığı sırada çekilen görüntüler de tartışmalara yol açmıştı.
Peki uluslararası gözlemcilerin de Türkiye’deki seçimlerin geçmişte demokratik ama çok da adil olmayan şartlarda gerçekleştiğine yönelik raporlarının bir tekrarı 14 Mayıs’ta yeniden yaşanır mı?
“Adil seçim” nedir?
Genel kabule göre demokrasilerde özgür ve adil seçimler için belli şartların gerçekleşmesi önem taşıyor ve bunlar arasında adil bir kampanya süreci de yer alıyor.
AGİT’in seçim gözlemi el kitabında da demokratik seçimlerin standartları sıralanarak, siyasi kampanyaların “adaylara, partilere ya da seçmenlere yönelik idari işlem, şiddet, gözdağı veya misilleme korkusu olmadan, açık ve adil bir atmosfer içinde, ayrımcı olmayan ve engelsiz bir medya erişimiyle yapılmasına” bu standartlar arasında yer veriliyor.
Uluslararası Şeffaflık Örgütü Türkiye Başkanı Oya Özarslan, “Eğer seçimler adil, özgür, şeffaf bir şekilde gerçekleştirilmemişse demokrasiden bahsedemiyoruz” diyerek, Washington merkezli düşünce kuruluşu Freedom House’un yıllık raporlarında Türkiye’nin 2018’den bu yana “özgür olmayan ülkeler” sınıfında yer aldığını hatırlatıyor.
Seçim sürecinde adayların kampanyalarını yürütmek ve seçmenlere ulaşmak için eşit fırsatlara sahip olmaları ve haksız nüfuz kullanımının önlenmesi de demokrasilerdeki diğer önemli hususlar.
Türkiye’deki seçimleri gözlemci sıfatıyla takip eden yabancı kuruluşlar seçim sonuçlarına ilişkin hazırladıkları raporlarda özellikle 2018’de uygulanmaya başlanan cumhurbaşkanlığı hükümet sistemiyle güçler ayrılığı ilkesinin zayıfladığını, yürütmenin çok etkin bir aktör olarak diğer erkleri kontrolüne aldığı eleştirisinde bulunuyor. Bunun da seçimlere adil şartlarda gidilmesini olumsuz etkilediği görüşüne raporlarda yer veriyor.
Aday olan bakanların durumu
Bu arada AKP’nin çeşitli illerden milletvekili adayı gösterdiği bakanların devlet olanaklarını ve devlet kadrolarını seçim propagandası için kullanmakta olduğu, bazı büyük çaplı projelerin tam seçim öncesine denk getirilerek kampanyalarda yer verildiği de gözleniyor.
Milletvekili adayı olan bakanların istifa etmesi gerektiği ve istifa etmemeleri halinde adaylıklarının kabul edilmemesi yönünde Yüksek Seçim Kurulu’na (YSK) bazı bireysel başvurularda bulunulmuştu. Ancak YSK bu itirazları reddederek, bakanların atanma usullerinin farklı olduğunu ve Meclis’te yemin etmeleri nedeniyle “kamu görevlisi sayılamayacaklarını” belirtti.
Her ne kadar YSK itirazları reddetse de adaylığını açıklayan bakanların durumu ve bakanlık kadrolarını ve imkanlarını seçim için kullanmaları tartışılmaya devam ediliyor.
Özarslan, yasaya göre bakanların yurt içinde yapacakları gezileri makam otomobilleri ile yapamayacağını ve resmi ziyafet verilemeyeceğine işaret ederek, ancak bunların başka “kılıflar altında” yapılmaya devam edildiğinin gözlendiğini belirtiyor.
298 sayılı Seçim Kanununun 65. maddesine göre “seçim propagandasının başlangıç tarihinden oy verme gününü takip eden güne kadar olan süre içinde” bakanlara yapacakları seçim çalışmalarında bazı yasaklar getiriliyor.
Yasaya aykırılık durumlarının YSK tarafından kontrol ve denetlenmesi gerektiğini belirten Özarslan, YSK için “işlevini yerine getirmeyen bir kurum ile karşı karşıyayız” yorumu yapıyor.
Medyada eşit görünürlük sağlanıyor mu?
Demokrasilerde adil seçimin şartlarından birisi medyada eşit görünürlük sağlanması. Ancak eskiden kısmen de olsa sağlanan bu şart son yıllarda yasaların değişmesi ve medya organlarının hükümetin kontrolüne girmesi ile değişmiş durumda.
Medya Ombudsmanı Faruk Bildirici’nin özel web sitesinde yayımladığı son incelemeye göre Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın konuşmalarını 13-15 kanal başından sonuna kadar yayımlarken, Kılıçdaroğlu’nun konuşmalarını ise bu şekilde veren ancak 3-5 kanal var.
Bildirici, DW Türkçe’ye yaptığı açıklamada da bu sonuçlara atıfta bulunarak, başlı başına bu durumun bile adayların görünürlüğündeki dengesizliği ortaya koyduğunu belirterek, bir diğer önemli nokta olarak şuna dikkat çekiyor:
“Kılıçdaroğlu’nun çıktığı kanallar ve gazeteciler çok fazla değişmiyor. Ama Erdoğan’ınkiler son yıllarda değişmiş durumda. Önceden bazı kanallara tek çek çıkıyordu ama şimdi medya gruplarının ortak programlarına çıkıyor ve bunu aynı anda birden fazla kanal yayınlıyor.”
Muhalefet liderlerini yayınlarına konuk alan ya da haberlerini veren kanal sayısı ise sınırlı ve muhalefet adayları genelde yankı odalarının ötesindeki seçmenlere ulaşamıyor.
Bildirici, seçim döneminde medyanın rolüne iki açıdan bakılabileceğini söyleyerek, bunların ilkinin yasal ikincisinin ise fiili durum olduğunu söylüyor. Deneyimli gazeteci yasal durumda gelinen noktayı şöyle anlatıyor:
“Eskiden seçimlerde propaganda dönemi başladığında o andan itibaren radyo ve televizyon yayınları Yüksek Seçim Kurulu denetimi altına girer, adil ve tarafsız yayıncılık yapılmasını YSK denetlerdi. Kanal sayısı da az olduğu için her partiye belirli süreler ayrılırdı. Sonra Özal’la birlikte ve ardından yoğun şekilde AKP döneminde bu değişti. Günümüze geldiğimizde artık seçim kanununda propaganda dönemiyle ilgili hüküm yok. YSK denetlemekle yükümlü ama kanunda hiçbir hüküm yok.”
Cumhurbaşkanı Seçim Kanunu’nun 13. maddesinde “Propaganda döneminde, Türkiye Radyo ve Televizyonlarında yapılacak propaganda yayınlarının tam bir tarafsızlık ve eşitlik içinde yapılması, Yüksek Seçim Kurulu ile Türkiye Radyo ve Televizyon Kurumu tarafından sağlanır” deniliyor. Ayrıca adayların, özel radyo ve televizyonlardaki propaganda konuşmalarında, süre ile ilgili sınırlamalar dışında, 298 sayılı kanunun ilgili hükümleri uygulanacağı da belirtiliyor.
Bildirici, buradaki önemli nüansı ise ilgili 298 sayılı kanunda özel televizyonların yayın süreleri ile ilgili net bir hüküm bulunmaması olarak açıklıyor ve “İktidarın zaten seçime adil ve eşit propaganda koşulları altında gitmek gibi bir kaygısı yok. Böyle bir kaygısı olsaydı zaten seçim kanunu böyle düzenlemezlerdi” yorumu yapıyor.
Seçim öncesindeki fiili durumda da eşitlik ve adaletten söz etmenin mümkün olmadığını belirten Bildirici, sözlerini şöyle sürdürüyor:
“Sadece seçim döneminde değil, seçimlerden önce de siyasi iktidarın ve Erdoğan’ın medyada çok büyük bir ağırlığı var. Devletin bütün gücünü ve bunun yanı sıra medyanın büyük bölümünü kullanan ve bununla propaganda yapan bir iktidar ve Erdoğan var. Onun karşısında da üç beş kanalda kendi gücüyle, sosyal medyayla, propaganda dönemini götürmeye çalışan bir muhalefet bulunuyor.”
Seçimin finansmanı adil mi?
Bu arada CHP İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu sosyal medya hesabından fotoğraflar yayımlayarak, Erdoğan’ın posterlerinin Hazine’ye ait olan İstanbul Surlarına asılmasının yasalara aykırı olduğunu belirtti.
İstanbul’daki bu olay tek örnek değil ve çeşitli illerden benzer uygulamalar, valiliklerde iftarlar sırasında AKP’nin seçim çalışmaları yapıldığına ilişkin haberler geliyor.
Özarslan, parti ile devletin iç içe geçmiş durumda olduğunu belirterek, bu nedenle devlet kaynakları ile parti kaynaklarının kullanımının sınırlarının da tam olarak çizilemediğine işaret ediyor. Özarslan, seçimlerin eşit rekabet koşullarında gerçekleşebilmesi için kaynakların da eşit bir şekilde dağıtılması ve kullanılmasının gerektiğini belirtiyor.
Siyasi Partiler Kanunu’na göre, seçim barajını yani yüzde 7’yi geçen siyasi partiler her yıl genel bütçe gelirlerinin toplamının 5 binde 2’si kadar hazine yardımı alıyor. Bu yardım seçim dönemlerinde artıyor. Bunun yanı sıra seçim barajını geçemeyen fakat yüzde 3’ten fazla oy alan partiler de barajı geçen partiler arasında en düşük oya sahip partinin aldığı yardımla orantılı olarak belli bir yardım alabiliyor.
Ayrıca yasalara göre partiler üyelik aidatları ve özel bağışlar gibi kaynaklardan gelir elde edebiliyor ancak kamu tüzel kişilerinden, devlet ve kamu kurumları ile yabancı kaynaklardan finansman sağlanması yasak.
Öte yandan Türkiye İşçi Partisi (TİP) gibi devletten katkı almayan partiler de seçimde yarışıyor. TİP milletvekili Sera Kadıgil sosyal medya hesabından “Seçim masraflı bir süreç. Hele devletten beş kuruş almayan bir partide, devletin tüm imkanlarını sömüren bakanlara karşı yarışıyorsanız daha da masraflı” diyerek bağış çağrısında bulunmuştu.
KAYNAK: DEUTSCHE WELLE TÜRKÇE – GÜLSEN SOLAKER