Türkiye’nin Avrupa Birliği (AB) üyeliğine kategorik olarak karşı çıkan ancak hem mülteci hem de güvenlik politikalarında Türkiyesiz bir denklem olmayacağını gören Merkel, iktidarının son yıllarında yaşanan derin Türkiye-AB geriliminin soğutulmasına katkıda bulundu ve ilişkilere yeni bir çerçeve oluşturulmasını sağladı.
Hristiyan Demokrat siyasetçi Angela Merkel, iktidara 18 Eylül 2005’de yapılan genel seçimlerde geldi. Türkiye AB ile tam üyelik müzakerelerine Alman seçimlerinden sadece 15 gün sonra, 3 Ekim 2005 tarihinde başlamıştı ve daha o zamandan Türkiye’nin müzakere sürecinin, 2021’e kadar sürecek iktidarında Merkel’i en çok meşgul edecek konulardan biri olacaktı.
Merkel, 1998-2005 arası Almanya’yı yöneten sosyal demokrat ve yeşiller koalisyonundan farklı olarak Türkiye’nin AB’ye katılım sürecini desteklemeyeceğini ancak bu ülke ile “imtiyazlı ortaklık” diye tanımladığı bir ilişki kurmayı tercih edeceğini ifade ediyordu.
Merkel, daha Şubat 2004’te ana muhalefet lideri sıfatıyla Ankara’ya yaptığı ziyaret sırasında “Türkiye’nin AB üyeliğini desteklemiyoruz. İmtiyazlı ortaklık öneriyoruz” açıklamasını yapmış, o dönem Başbakan olan Recep Tayyip Erdoğan’dan “Almanya’da şu anda iktidar partisinin ortaya koşmuş olduğu tavır yanında, muhalefet partisi durumunda olan Hıristiyan Demokrat Parti’nin böyle bir siyasi birlikteliği ortaya koyamayışını hakikaten anlamış değilim” yanıtını almıştı.
Alman Şansölyesi, bu yaklaşımını iktidarı boyunca değiştirmedi ve AB’nin Türkiye’yi tam üye olarak almasının olanaklı olmadığını ve sürecin açık uçlu olduğunu zaman zaman dile getirdi.
Türkiye ile ilişkilerde 3 ana dönem
Merkel’in uzun iktidarı Türkiye ile ilişkiler açısından 3 ana dönemde değerlendirilebilir:
Görece sakin geçen ancak 2013 Gezi protestosu sürecinde çalkantılar yaşanan 2005-2016 dönemi
Alman Parlamentosu’nun “Ermeni Soykırımı’nı” kabul etmesi ile başlayan ve giderek artan gerilimin yaşandığı 2016-2019 dönemi
Türkiye’nin Avrupa ile ilişkilerinde yumuşama işaretleri görülen 2019 sonrası dönem.
Kasım 2005’de Başbakanlık koltuğuna oturan Merkel’in ilk iktidar yıllarında Türkiye ile ilişkilerde önemli sorunlar yaşanmadı. Almanya’da yaşayan üç milyondan fazla Türk vatandaşının yarattığı siyasi ve sosyal bağlar ile iki ülkenin yoğun ekonomik ve ticari ilişkilerine gölge düşürmek istemeyen Merkel bu süreçte dikkatli bir politika izlemeyi tercih etti.
Bu dönemde ilişkilerin merkezinde Türkiye-AB tam üyelik müzakerelerinin yer alması, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin AB üyesi olması ve Fransa’da iktidara gelen Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin Türkiye’nin katılım sürecini engelleyici politikaları, Almanya Başbakanı Merkel’in öne çıkmasına gerek olmadan süreci yürütmesini sağladı.
2007’nin ilk 6 ayında AB dönem başkanlığını üstlenen Almanya, bu süreçte 3 müzakere başlığını birden açarak Türkiye’nin katılım sürecine doğrudan engel olmayacağı mesajını verdi. Ancak aynı Almanya, 2007 sonunda, Gümrük Birliği Anlaşması’nı Kıbrıs Cumhuriyeti’ni de içine alacak şekilde genişleten Ankara Protokolü’nü uygulamayan Türkiye’nin müzakere sürecine sekte vuran AB kararlarına destek verdi ve katılım sürecine ciddi bir engelleme getirmiş oldu.
İlk bunalım 2008’de yaşandı
Merkel’in uzun iktidarı boyunca ona görevde eşlik etmeyi başarmış iki lider, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin oldu. Erdoğan ve Merkel, bu süre içerisinde onlarca kez yüz yüze ve telefonda görüşmüşler, en sıkıntılı süreçleri diyalog halinde kalarak çözmeye çalışmışlardı.
Merkel’in iktidarın 3. senesinde, yani 2008 yılında Almanya’ya bir ziyaret gerçekleştiren Cumhurbaşkanı (o dönem Başbakan olan) Erdoğan’ın Köln’de 20 bine yakın Türk vatandaşının katımıyla bir toplantı gerçekleştirmesi ve burada örtülü bir şekilde Alman yönetimini “asimilasyonla” suçlaması ilk önemli gerginlik kaynağı olarak kayda geçmişti. Köln’de yapılan bu toplantı ve Türk hükümetinin Almanya’daki Türkler üzerinden iç siyasetini bu ülkeye taşıması, gelecek yıllarda yaşanacak çok daha büyük çaplı siyasi bunalımların bir öncüsü olarak değerlendirilmiş ve Alman siyasetinde tartışılan bir konu olmuştu.
Merkel 2009’da Erdoğan da 2011’de yeniden seçilerek iktidarlarını pekiştirdiler ve birlikte çalışmaya devam ettiler. O dönemde Türkiye’nin ekonomik olarak iyi bir seyir izlemesi, Arap Baharı ve Suriye bunalımlarında Batı ile birlikte tavır takınması Avrupa ile ilişkilerine de olumlu bir unsur olarak yansıyordu. Ayrıca Türk hükümetinin Kürt sorunun siyasi yollarla çözümü için başlattığı süreç de Batı tarafından destekleniyor ve çok olumlu karşılanıyordu.
Bu olumlu noktalara karşın 2010 anayasa değişikliği ile yargı bağımsızlığına gölge düşüren adımlar atması, hükümetin reform sürecini giderek daha ağırdan alması ve bireysel haklar ve temel özgürlükleri ihlal edici uygulamaları gündeme getirmesi kaygı unsuru olarak not ediliyordu. 2010-2013 arası hiç müzakere başlığı açılmamış olması bunun bir sonucu olarak görülüyordu.
2013 Gezi Protestosu ve Almanya eleştirisi
Türk-Alman ilişkilerinin yakın geçmişinde yaşanan büyük gerilimin fitilini 2013 Gezi Protestosu sırasında yaşananlar yakmıştı.
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) yönettiği İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin Taksim Gezi Parkı’na ilişkin yapılaşma planlarına başta gençler olmak üzere toplumun bir kesimin verdiği tepki, hükümetin bu tepkileri orantısız güç kullanarak bastırma yoluna gitmesi, protestoların çok kısa sürede ülkenin büyük kentlerine sıçramasına sebep olmuş ve protestolar bir aydan fazla bir süre devam etmişti.
Erdoğan ve hükümeti, bu protestoların Türk ekonomisinin çok ciddi bir yükselişe geçtiği sırada yaşandığını ve Türkiye’nin sıçramasını engellemek isteyen Batılı dış güçler tarafından çıkarıldığını iddia etmişti.
AKP’ye yakın gazetelerde, gezi eylemlerinin arkasında Türk Hava Yolları ile rekabette geri düştüğü iddia edilen Lufthansa ve Almanya ve İngiltere merkezli faiz lobisi olduğu iddia ediliyordu. Erdoğan da siyasi konuşmalarında bu unsurlara yer veriyor ama çoğu zaman ülke ismi vermemeye dikkat ediyordu.
Almanya ile Türkiye’yi bu süreçte karşı karşıya getiren açıklamalar dönemin AB Bakanı Egemen Bağış’tan geliyordu. Gezi eylemleriyle ilgili ilk açıklamalarında itidal tavsiye eden ve Türk hükümetini protestocularla diyalog kurmaya çağıran Merkel, güvenlik güçlerinin güç kullanımı sonucunda ölümlerin yaşanmasıyla birlikte tonunu arttırmış ve görüntülerden “şoke olduğunu, dehşete düştüğünü” kaydetmişti.
Egemen Bağış ise “Almanya’nın saygıdeğer Şansölyesi önce kendi ülkesinde ırkçılığa son vermek için ortaya çok ciddi çabalar ortaya koymalıdır. Kendi ülkesinde devam eden ‘ırkçılık’ konulu davalarda yargının şeffaflığı konusunda hassasiyet göstermelidir. İğneyi kendilerine batırdıktan sonra çuvaldızı getirsinler, biz onu göğüslemeye hazırız ama kendilerine gelince hiçbir şekilde göstermeleri gereken hassasiyeti göstermeyenlerin böyle günlerde bize ders vermeye kalkmaları süreci istismar etmeye kalkmaları gerçekten düşündürücüdür” diyerek Merkel’e yanıt vermişti.
Bu açıklama üzerine Alman Dışişleri Bakanlığı, Türkiye’nin Berlin Büyükelçisi’ni bakanlığa davet etmiş, karşılık olarak Türkiye de Alman Büyükelçi’yi bakanlığa çağırıp tepki göstermişti. Bu gerilim, AB’nin Haziran ayında açmayı planladığı 22 no’lu Bölgesel Politika ve Yapısal Araçların Koordinasyonu başlığının Kasım ayına kadar ertelenmesi sonucunu doğurmuştu.
2016 mülteci anlaşması ve artan işbirliği
Türkiye’nin son dönemde AB ile ilişkisinin temelini oluşturan mülteci anlaşması bizzat Almanya Başbakanı Merkel ile o dönem Başbakan koltuğunda oturan Ahmet Davutoğlu arasında yapılan müzakereler sonunda Mart 2016’da şekillendi.
Davutoğlu, 2014’te Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı seçilmesinin ardından AKP Genel Başkanı ve Başbakan olmuş ve istifa etmek zorunda bırakıldığı Mayıs 2016’ya kadar yürütmenin ve dolayısıyla diplomasinin de başı olmuştu.
Davutoğlu’nun istifa nedenleri arasında Merkel ile yaptığı anlaşmadan Erdoğan’ın duyduğu rahatsızlığın da yer aldığı, Ankara’da sıkça yapılan bir değerlendirmeydi. Suriyeli mültecilerin Türkiye’de barındırılması karşılığında AB’nin mali destek vermesi olarak özetlenecek anlaşma, 2015’de yaklaşık 800 bin mülteciye kapılarını açan Almanya ve genel olarak AB’yi büyük bir sorundan kurtarmış ve Merkel’i Avrupa’nın en önde gelen ve saygın siyasetçisi düzeyine çıkarmıştı.
Bunun da ötesinde mülteci anlaşmasıyla sağlanan işbirliği, Türkiye ile AB arasında yeni bir anlayışı öne çıkarmış, ilişkilerin en zorlu süreçlerinde bile taraflar arasındaki diyaloğun tamamen kesilmesine ve geri dönülemez noktalara gelinmesine engel olan bir denge yaratmıştı.
İlişkilerde en gergin dönem: Alman Parlamentosu’nun ‘Ermeni Soykırımı’ kararı
Türkiye-Almanya ilişkilerinin son yıllarında yaşanan gerilimlerin başlangıcı, Alman Parlamentosu’nun Haziran 2016’da “Ermeni Soykırımı’nı tanıma” kararı ile oldu. Merkel’in ve üst düzey hükümet temsilcilerinin katılmadığı oylamada, “1915-1916 döneminde Ermenilere ve diğer Hıristiyan azınlıklara dönük soykırımı hatırlama ve anma” başlıklı tasarı kabul edildi.
2. Dünya Savaşı sırasında Yahudilere uyguladığı soykırımla dünya tarihinin en karanlık sayfalarını oluşturan Almanya’nın Osmanlı İmparatorluğu üzerinden Türkiye ve Türkleri soykırımla suçlaması Türk toplumunda ciddi bir rahatsızlık bir etki yarattı. Cumhurbaşkanı Erdoğan, bu kararın Türk-Alman ilişkilerinde ciddi hasarlar yaratacağını söylemesine karşın Berlin’e karşı somut ve doğrudan yaptırım kararı almaktan kaçındı.
Bununla birlikte Ankara’nın bir grup Alman milletvekilinin İncirlik Üssü’nde konuşlu Alman askerlerini ziyaretini engellemesi Berlin’de son derece olumsuz şekilde karşılandı ve bu birliklerin Ürdün’deki başka bir üsse taşınması sonucunu doğurdu. Almanya, aynı süreçte, NATO görevi kapsamında Türkiye’nin Suriye sınırına konuşlandırdığı Patriot füze sistemlerini de geri çekme kararı aldı. Bu dönemde başlayan gerilim, Türk-Alman savunma sanayi ilişkilerine daha çok etki etmeye ve Alman yönetiminin Türkiye’ye satılacak savunma sanayi ürünlerine daha çok engel üretmesine de yol açtı.
15 Temmuz darbe girişiminin ilişkilere etkisi
Türk-Alman ilişkilerinde gerilimi artıran bir başka süreç 15 Temmuz 2016’da yaşanan darbe girişimi oldu. Darbe girişimiyle ilgili askeri ve sivil yöneticilerin Almanya’dan sığınma talebinde bulunmuş olmaları ikili ilişkilerde yaşanan ciddi sorunların kaynağını oluşturdu. Bununla birlikte Can Dündar gibi gazetecilerin de Almanya’da yerleşik olmaları, iki başkent arasındaki ilişkileri gerginleştirdi. Bu konular Merkel’in Türkiye ve Erdoğan’ın Almanya ziyaretleri sırasında sıkça gündeme geldi ve taraflar birbirlerinin pozisyonunu eleştirmekten geri kalmadı.
Angela Merkel, bu konularda yorum yapmaktan kaçınırken, Türkiye ile ilişkilerin bu sorunların ötesinde bir önem teşkil ettiği mesajını hem Alman hem de Türk yetkililere vermekten kaçınmıyordu.
Türk-Alman ilişkilerinde asıl sarsıntı ise 2017 başlarında Türkiye’de anayasa referandumu öncesinde yaşandı. Almanya’nın Türk siyasetçilerin Almanya topraklarında referandum kampanyası yapmasını yasaklaması, Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun uçuşuna izin vermemesi; ekonomi ve adalet bakanlarının Almanya programlarının iptal edilmesi AKP tarafından çok sert tepki verilmesine neden oldu.
Almanya’ya ‘Nazi’ suçlaması
Erdoğan, Mart 2017’de yaptığı bir açıklamada, “Almanya’da arkadaşlarımızı konuşturmuyorlar. Varsınlar konuşturmasınlar. Yani konuşturmamakla Almanya’daki oyların ‘evet’ değil de ‘hayır’ çıkacağını mı zannediyorsunuz? Ey Almanya, sizin demokrasiyle yakından uzaktan alakanız yok. Sizin şu andaki uygulamalarınız geçmişteki Nazi uygulamalarından farklı değil, bunu böyle biliniz” ifadeleriyle Berlin yönetimine en sert eleştiriyi getirmişti.
Almanya’nın ardından Hollanda da benzer bir yasak getirmiş ancak dönemin Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Betül Sayan Kaya Almanya’dan karayoluyla Hollanda’ya geçmiş ve Rotterdam’da Türk toplumu ile bir araya gelmişti. Bakan Kaya, Hollanda makamları tarafından ülkeden çıkartılmış ve durum ciddi bir siyasi bunalıma dönmüştü. Bu olaylar, Türk siyasetçilerin Avrupa topraklarında siyasi kampanya düzenlemesine dönük engellemelerin ortaya çıkmasına neden oldu.
Bunalım süreçlerinde ön planda olmamaya özen gösteren Merkel, Türk yetkililerden gelen Nazi suçlamalarının üzücü olduğunu söylemiş ve “Bu benzetmeler Almanya’da Nazi döneminde yaşananları önemsiz gösteriyor. Türkiye’nin Nazi benzetmeleri durmak zorunda,” diye konuşmuştu.
Merkel’in idaresindeki Almanya ile Türkiye arasında yaşanan bir sonraki bunalımın kaynağını Türk yetkililerin çeşitli suçlardan yakalayıp yargıladığı Alman vatandaşları oluşturdu. Bu sürecin sembol davası ise Türk kökenli Alman gazeteci Deniz Yücel ile ilgili olandı. Yücel, terör örgütlerine destek olmak suçunu işlediği iddiasıyla yakalanmış ve yaklaşık 20 yıla yakın hapis cezasıyla yargılanmıştı.
Erdoğan’ın, “Ben bu makamda olduğum sürece bu kişi serbest bırakılmayacak” dediği Yücel’in Şubat 2018’de bırakılması ve aynı gün özel uçakla Almanya’ya dönmesi hem Türkiye’de hem de Almanya’da uzun süre tartışıldı. Bu adımın Merkel’in Erdoğan ile yaptığı temasların ardından sağlandığı da basında yer aldı. Bu dönemde Ankara’da görev yapan Alman Büyükelçi Martin Erdmann, Türk-Alman ilişkilerinin “buzul çağı” olarak nitelemişti.
AB ile Akdeniz bunalımı ve Merkel çözümü
Türkiye ile Almanya arasındaki sorunların çözüm sürecine girdiği 2018 ve 2019 başında, bu kez Ankara-Brüksel hattında gerilim artmış ve AB, Doğu Akdeniz konusunda Yunanistan ve Kıbrıs Cumhuriyeti lehinde pozisyon alarak Türkiye ile gerilimin arttığı bir noktada devreye girmişti.
Doğu Akdeniz bunalımında siyaseten üye ülkeler Yunanistan ve Kıbrıs’ın yanında yer alan Almanya, bu pozisyona rağmen gerilimin daha da artmasını engellemek üzere aktif bir politika izlemişti. 2019’un ikinci yarısında dönem başkanı olan Almanya’nın Başbakanı Merkel, gerilimin daha da artmasını engellemek üzere bir politika oluşturmuş ve hatta Yunanistan ile Kıbrıs Cumhuriyeti’nin tepkisine karşın itidalli bir politika izlemişti.
Merkel, bir taraftan Erdoğan ile temasta kalmış, diğer taraftan AB’nin tepkiselliğini belirli ölçüler içinde tutmaya çalışmış ve sorunun geri dönülmez bir çatışmaya dönüşmesini engellemişti.
AB’nin Aralık 2019 zirvesinde Türkiye ile pozitif gündeme atıf yapılan sonuç bildirgesinin mimarlarından olan Merkel, başta Doğu Akdeniz ve Kıbrıs olmak üzere tek taraflı adımların atılmaması durumunda Türkiye ile sürecin daha da ileriye götürüleceği mesajını vermiş ve AB-Türkiye ilişkilerine güçlü bir koşulluluk denklemi yaratmıştı.
Merkel’in girişimleri sonucunda Türkiye, araştırma gemilerini Doğu Akdeniz’den çekmiş ve Yunanistan ile hem ikili hem de NATO’da diyaloğa girişmişti. Bu süreç, AB’deki birçok ülke tarafından benimsenmiş ve Türkiye ile sorunların çözümü için diyalog kanallarının açık olması gerekliliği öne çıkmıştı.
Afganistan ve Suriye çatışma ortamlarında yaşanan süreçler de AB ile Türkiye arasında daha yakın işbirliği gereksinimini ortaya çıkarmış, bu da Merkel’in Türkiye stratejisinin daha fazla ülke tarafından olumlu karşılanmasına neden olmuştu.
Bu son örnekte olduğu gibi Merkel’in Türkiye ile ilişkilerde yerleştirmeye çalıştığı yeni formülün birçok AB ülkesi tarafından benimsendiği, bu durumun Merkel’in aktif siyaseti bırakmasının ardından belli bir dönem daha süreceği öngörülen unsurlar arasında.