Patlamada hayatını kaybeden gençlerin aileleri ve hayatta kalanların tanıklıkları üzerine dört yılda tamamlandı.
Filmin İstanbul galası ise yasaklandı.
Suruç Aileleri İnisiyatifi ve Barış Anneleri Derneği’nin katkılarıyla hazırlanan bir saatlik belgeselin yönetmeni Mustafa Emin Büyükcoşkun.
Diyarbakır, Mardin ve Şanlıurfa’dan gala için gelen aileler, belgesel gösteriminden önce çocuklarının kara kalem portre resimlerinden oluşan bir resim sergisi ile karşılaştı.
Resim sergisindeki tüm portreler, İzmir Kırıklar F Tipi Cezaevi’nde 20 yılı aşkındır tutuklu bulunan Can Siner tarafından yapılmış ve patlamanın birinci yıl dönümünde ilk defa sergilenmiş.
Hayatlarını kaybeden çocuklarının resimlerini görüp onlara sarılıp öpen annelerden biri Şemsa Yurtgül.
‘Biz aileler de onlarla birlikte öldük’
Yurtgül ile, patlamanın yaşandığı günün akşamı, üniversitede Psikoloji Bölümü üçüncü sınıf öğrencisi olan oğlu Murat’ın cenazesini bulmak için geldikleri Şanlıurfa Devlet Hastanesi bahçesinde karşılaşmıştım.
Ertesi gün Gaziantep’te bir morgda bulmuşlardı Murat’ın cenazesini.
Elinde mendili gözyaşlarını silerek son dört yılda yaşadıklarını anlatıyor Şemsa Yurtgül:
“Ağır hastalıklar yaşadım bu süre içinde, ölen sadece benim oğlum değil, geride kalan biz aileler de onlarla birlikte öldük. Oğlumun kitaplarıyla karşılaşınca, ya da bir arkadaşını görünce, onun uzun saçlarına benzeyen uzun saçlı birini görünce dayanamıyorum, ağlıyorum. Oğlum psikolog olacaktı, bu yüzden bütün psikologlar bana oğlumu hatırlatıyor, dayanamıyorum” diyor.
Patlamada 22 yaşındaki oğlu Veysel’i kaybeden Rabia Özdemir de galaya kızlarıyla birlikte gelmiş.
Oğlunun Suruç’a gittiğinden de, aileden gizli iki ay garsonluk yaparak biriktirdiği paralarla Kobani’deki çocuklara oyuncak aldığından da habersizmiş.
Suruç’a gideceğini gizleyen Veysel, bir taziye için köye giden annesine ‘evde olduğunu’, babasına da ‘arkadaşlarıyla birlikte da Hazar Gölü’ne gideceğini’ söylemiş.
Patlama haberini televizyonda gördüklerinde Rabia Özdemir, Amara Kültür Merkezi’nin bahçesindeki cesetlerden birini oğluna benzettiği için ağlamaya başlamış.
“Veysel’im gibi ince ve uzundu, ona benzettiğim için yüreğim yandı” diyor.
Otobüs yolculuğu
Veysel’in ablası, patlamadan sonra kardeşinin telefona cevap vermediğini ama Suruç’a gittiğinden habersiz oldukları için endişelenmediklerini söylüyor. Arkadaşlarıyla ders çalıştığını düşünmüşler.
“Babam akşama doğru uydu, rüyasında Veysel’in gölden dönmediğini görmüş” diye anlatıyor Veysel’in ablası:
“Gördüğü rüyanın huzursuzluğuyla uyanan babam, uyanır uyanmaz ‘Veysel gölde boğuldu’ dedi. Telefonunu aradık yine yanıt vermedi. Dershanedeki bir arkadaşını arayınca, Veysel’in Suruç’a gideceğini söyledi. Dünyamız başımıza yıkıldı, babam ve dayımlar Urfa’ya gitti, annemin gördükleri, babamın hissettikleri doğruymuş…”
Veysel’in bir de ikiz kız kardeşi var. 22 yaşına bastığı 20 Temmuz günü Veysel, Suruç’taki patlamada hayatını kaybetti.
Oğlunun fotoğrafını öperek ağlayan Rabia Özdemir’i de, Murat Yurtgül’ün annesi teselli ediyor.
Sergiden sonra bir saatlik belgesel filmi izlemek üzere sinema salonuna geçiyor aileler.
Salondaki tüm koltukları dolu, bazı izleyiciler yere oturarak filmi izliyor.
Uzun bir jeneriğin ardından sarsılan kamera görüntüleri eşliğinde perdeye farklı insanların sesi düşüyor:
“Babamın her gün kapıya anahtarı koyuşundan eve geldiğini anlardık, ama bir gün gelmedi…”
“Gençlerin her zaman çok acelesi vardır, yarını bekleyememe telaşı…”
“Geride kalanlar için çok ağır bir yük ama aynı zamanda çok büyük bir sorumluluk…”
Belgesel, hayatını kaybedenlerin kentlerinden ve evlerinden karelerle başlıyor.
Aileler ve patlamadan sağ kurtulanların sesinin üzerine görüntülerle otobüs yolculuğunun görüntüleri bindirilmiş.
Sarsılan kamera görüntüleri ve silik şehir görüntüleri ile yorucu bir otobüs yolcusunun gözünden izliyormuşuz gibi izliyoruz filmi.
‘Yolun hikâyesi’
Filmin sonlarına doğru ise, yorucu yolculuktan sonra Amara Kültür Merkezi’nde ve bahçesinde dinlenip kahvaltı yapan gençleri görüyoruz.
Film boyunca onları gördüğümüz tek sahne bu oluyor ve patlama anı yerine ekran siyaha düşüyor. O sessizliğe ve karanlığa salondakilerin ağlama sesi eşlik ediyor.
Yönetmen, olağanüstü hal döneminde çekimleri gerçekleşen belgeselin hem geride kalanların, hem de ailelerin tanıklıkları üzerine yapıldığını anlattı.
Dört yıllık çekimler boyunca hayatını kaybeden 33 kişiye dair tahminlerinden de çok az görüntüye ulaşabildiklerini aktaran yönetmen bu yüzden 33 kişiden herhangi birini öne çıkarmayarak dengeli bir yöntem kullanmaya dikkat ederek böylesi bir kurguya başvurduklarını anlattı:
“Gördüğünüz aslında Suruç katliamı hakkında bir film değil, onlar hakkında bir film de değil, çünkü 33 insanı bir filme sığdırmak çok zor bir şey. Biz, bu yola çıkan herkesin müşterek hikâyesini anlatmak istedik, bu yüzden yolun hikâyesini anlatmaya çalıştık. Her bir yolcunun hikâyesi ayrı ayrı anlatılabilir, bu da mümkün, o ayrı filmlerin konusu olacaktır.”
Yönetmen, bu filmin ‘yas tutmak gibi bir işlevi olduğunu’ da söylüyor ve sözlerine şöyle devam ediyor:
“Ama bizim istediğimiz umudu, onların miras bıraktığı düş kurmayı, hayal etmeyi ön plana çıkaran bir şey yapmaktı. Onun için bu film biraz, bir yolculuğa çıktığınızda otobüsün penceresinden yarı uyur, yarı uyanık göreceğiniz hayal gibi bir şey. Bir saatte onların düşlerine, gitme eylemlerine, çok sıradan istek ve arzularına, hepimizin odası olabilecek, hepimizin masası olabilecek, hepimizin geçtiği sokak, yaşadığı şehir olabilecek manzaralar tanıklık ettik.”
Patlama gününe dair hafızlarda en kalıcı görüntülerden biri de patlamada yere düşmüş, ele ele tutuşmuş Çağla Seven ve Gökçe Tekin’in fotoğrafıydı. Her iki arkadaş, Diyarbakır’daki galaya gelerek yine aynı şekilde el ele tutuşarak sahneye çıktılar.
Suruç patlamasında çocuklarını kaybedenler ve patlamadan sağ kurtulanlar da el ele vererek hatıra fotoğrafı çektiler.
KAYNAK: BBC TÜRKÇE – HATİCE KAMER