Geçtiğimiz hafta Paris’in banliyösünde polis kurşunuyla öldürülen Nahel M.’nin ardından Fransa genelinde, özellikle banliyölerde isyan başladı. Giderek şiddeti artan olaylar Fransa’da ilk kez karşımıza çıkmıyor. Geçtiğimiz yıllarda çalışma saatleri, Sarı yelekliler, emeklilik yaşı üzerine protestolar başlamış ve şiddetlenmişti. Ancak banliyö krizinin başka bir boyutu var.
Fransız medyasına daha çok göçmenler üzerinden görülen banliyö krizinin arkasında birkaç nesle uzanan bir sıkışmışlık var. Fiziksel ve sosyal olarak merkezden uzak bu kesim kendisini toplumdan dışlanmış, “değersiz” hissediyor. Bu sorun 80’li yıllara kadar uzanıyor.
2005 yılında iki gencin polisten kaçarken saklandıkları elektrik trafosunda ölmesinin ardından banliyö isyanı başlamış, birkaç hafta süren olaylar sonrasında ortalık sakinleşmiş ancak banliyölerde yaşanan sorunlar “biraz daha” görünür olmuştu.
İktidarın merkezden kopuk olan banliyöleri metro hatlarıyla merkeze bağlama, devlet kurumlarının banliyölerle ilişki kurma çabaları olsa da geçtiğimiz hafta başlayan isyan gösteriyor ki konu çözüme ulaştırılacak şekilde, derinlemesine incelenmiyor.
BBC Türkçe’ye konuşan, 30 yılı aşkın süredir toplu konutlar üzerine çalışan ve alan araştırması yapan Paris 8 Vincennes-Saint-Denis Üniversitesi profesörü sosyolog Michel Kokoreff, derin sosyal eşitsizliğin ve adaletsizlik duygusunun hissedildiği bu mahallelerde, “Cumhuriyet verdiği sözleri tutmadı” algısının olduğunu belirtiyor:
“Olayların başlangıç noktası, 17 yaşındaki Fransız ve Cezayirli Nahel’in, polis tarafından öldürülmesine, ‘polis şiddeti’ ve hatta devletin ırkçılığına uzanıyor.
“Çıkan video ile bir kez daha anlaşılıyor ki Nahel’in hayatı, başka birinin (beyaz, daha yaşlı, daha iyi entegre olmuş) hayatından daha az değerli. Sebep ise sadece bir trafik ihlali.
“İşte bu yüzden öfke, toplu konutlara ve onların ötesine yayıldı. Bu öfkeye son yıllarda kolluk kuvvetlerinin aşırı silahlanması ve bundan sebep yaşanan sakatlamaların (gözün kaybedilmesi, el kopması vb.) artışıyla birlikte, ‘polis şiddeti’ de eklendi”.
Fakat banliyölerdeki bu isyanın ardındaki öfke nasıl birikti? Halk ne istiyor? Fransız kökenli olmayanlar bu isyanın neresinde?
Banliyö, sosyal ve ekonomik olarak ne anlama geliyor?
1990’lardan sonra banliyölerde bizzat çalışma yapan, 2005’teki olayların hemen ardından bölgede alan araştırmaları yürüten Doç. Dr. Mustafa Poyraz, BBC Türkçe‘ye şehir dışında kalan bölgelerin 1945’ten sonra büyük bir dönüşüme girdiğini anlatıyor. Banliyölerin doğuşu bu şekilde başlıyor:
“Banliyöleri anlamak için şehirleşmeye bakmak gerekiyor. 1945’ten sonra Fransa’da ekonomik ve sosyal olarak dönüşüm süreci başlıyor. Konut sorununa cevap vermek için devlet on binlerce sosyal konut oluşturuyor. Bu konutlara 70, 80’lere kadar yenileri ekleniyor, hatta bu süreç devam ediyor diyebiliriz.
“Öncelikle Fransızlar bu konutlara yerleşiyorlar. Paris’teki evler çok küçük, buradakilerse geniş. Orta ve altı sınıf, genç, yeni evlenmiş çiftler vs. buralara yerleşiyor. Yoksul kesimin giderek azaldığı giderek bir dönemde, refah döneminde olduğumuzu da hatırlamalıyız.”
Sosyal ve kültürel yetersizlik çabuk fark ediliyor
Sosyal konutlara yerleşen insanların kısa sürede buraların, gündelik hayatın gerekliliklerini karşılayamadığını fark ettiğini belirten Poyraz, “Mesela eğlence, buluşma alanları yok, sosyal aktivite için Paris’e gitmek zorundalar. Bu Lyon, Lille, Marsilya için de geçerli” diyor ve ekliyor:
“Kültürel ve günlük hayatın zenginleşmesi, hayat kalitesi açısından bu sosyal konutların eksikliği fark ediliyor ve bu ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri başka yerlere yerleşiyorlar 80’li yıllarda.
“Kredi sistemi geliştiği için o zaman Fransa’da, ev alma imkanları da oluyor.
“Bu döneme kadar banliyölerde göçmen yoğunluğu yoktu.”
1970’lerde Fransa’da göçmenler için aile birleştirme yönünde çıkan kanununla; banliyölere önce Cezayir, Fas, Tunuslular, ardından Afrika’nın diğer ülkelerinden göçmenler gelmeye başlıyor.
Çünkü sosyal konutlar çok daha ucuz.
Tabii yoksul Fransızlar da burada yaşamaya devam ediyor.
Poyraz, sonraki süreci şöyle anlatıyor:
“İkinci kuşak oluşuyor. Çocukların büyümesiyle topluma giriş, iş bulma meselesi çok önemli bir sorun haline gelmeye başlıyor. Çocuklar okula gidiyor, fakat Fransız toplumunun dışında bir çerçevede sosyalleşiyorlar. Vücut dili, konuşma dili, giyim tarzı farklı.
“Göçmenler genelde kırsal kesimden geldiği için getirdikleri o kültürel yapıyı banliyölerde de kopuk bir ortamda inşa etmeye çalışıyorlar. Topluma katılmaları zorlaşıyor.”
Poyraz, yerel anlamda devlet kurumlarının ve belediyelerle ilişkilerin de çok güçlü olmadığını belirtiyor:
“Kurumlar bu insanların dertlerini dinleme konusunda gerekli çabayı göstermiyor. Bu kesimlerde birçok sorununun aynı mekanlarda yoğunlaşmasından kaynaklı bir sıkışıklık oluşuyor.
“Bu sıkışıklık da zaman zaman patlamaya yol açıyor. Bir yandan da 1985’ten sonra Fransa’da artan işsizlik bu bölgeleri daha çok etkisi altına alıyor”.
Kokoreff ise 1980’lerin başından itibaren uygulanan şehir politikasının “daha kötü bir ayrışmayı önlediğini, ancak etnik yoğunlaşmayı azaltma ve sosyal çeşitliliği teşvik etme gibi beklenen etkileri yaratmadığını” belirtiyor.
İsyan haksızlık, eşitsizlik ve bireysel olarak tanınmamaya karşı
Clichy-sous-Bois’da 2005’te yaşananların ardından hemen bölgeye giderek konuyla bizzat ilgilendiğini, olaylara katılan aktörlerle görüştüğünü, derneklerle birebir alan çalışması yaptığını anlatan Poyraz, “Bu sadece göçmenlikten gelen bir durum değil. Aynı zamanda haksızlığa ve eşitsizliğe, birey olarak tanınmamaya karşı bir tepki” diyor ve ekliyor:
“2005’ten sonra devlet kurumları biraz daha bunun bilincine vararak –Grand Paris- denilen büyük Paris adı altında belli metroları açıp banliyöleri merkeze bağlama ve kentsel yenilenme projeleri geliştirdi. Ama bunlar yeterli değil.
“Bu çocukların, gençlerin ve oradaki halkın kültürel alanlara giriş imkânlarının oluşturulması, farklı insanlarla etkileşim içerisinde sosyalleşme koşullarının sağlanması çok önemli bir mesele. Ötekileşmenin onune geçmenin tek yolu çoklu ilişki ağını süreklileştirmektir. Fransa’da bunun bilincine hâlâ varılmadığını düşünüyorum.”
Politik zeminde temsil edilmiyorlar
Poyraz 1980’lerin başında sosyalistlerin iktidara gelmesiyle banliyölerin biraz da politikleştiğini ve umutlandığını anlatıyor. Ancak umduklarını bulamadılar. 80’lere kadar alt kesimi, işçi sınıfını, yoksulları ve hatta göçmenleri de kapsayan solun zamanla daha çok orta ve üst kesimden gelen kişiler tarafından temsil edildiğini belirten Poyraz, “90’lara doğru banliyödekiler politik alandan da kopuyorlar. Dertlerini anlatacak bir yer kalmıyor” diyor:
“2005’teki gençlerin çıkışının büyük oranda politik alanı açmaya yönelik olduğunu, özünde politik bir hareket olduğunu söylemiştim. Yine aynı şeylerin olduğunu, temsil edilecekleri bir mekanizma, bir aracı olmadığını düşünüyorum”.
“Bu çocukların kaybedecek bir şeyi yok”
Bu bölgelerde çocuk ve gençlerin toplum içerisindeki oranı diğer mahallelere göre çok daha yüksek. Poyraz, gençlerdeki işsizlik oranının şehir merkezlerinden çok daha fazla olduğuna dikkat çekerek “Parayı bir şekilde bulmaları lazım. Böyle olunca her şeyin alınıp satıldığı bölgelere dönüşüyor banliyöler. Eskiden yoktu, şimdi uyuşturucu var” diyor.
Toplumdan kopukluk, işsizlik, kendilerini temsil edecek bir yer bulamaması gençlerin tepkisine yol açıyor.
Poyraz, “Sosyal konutların olduğu bölgelere genç gruplar hâkim. Polisle gençler arasında her gün bir gerginlik var, alana hâkim olma mücadelesi var. Bu çatışma hiç bitmiyor ama kimse görmüyor” diyor ve ekliyor, “Olay bugün olduğu gibi çığırından çıktıktan sonra zaten oradaki çocukların kaybedeceği hiçbir şey yok”.
Kokoreff de aynı şeye dikkat çekiyor: “Bu gençler, banliyö nüfusunun sosyal zorluklarının merkezinde oldukları için önemli bir rol oynuyorlar. Avrupa dışından gelen göçmenlerde de olduğu gibi, toplum sürekli olarak onları, farklılıklarına (kültürel ve dini) dikkat çekerek dışlıyor. Ancak aynı zamanda kontrol edilemezler ve kaybedecek hiçbir şeyleri yok”.
Macron sorumluluklarından kaçıyor
Bugün Fransa’da isyanı yatıştırmak adına hükümetin aldığı tedbirlerin kamuoyunu sakinleştirmeye yönelik olduğunu belirten Poyraz, “Devlet, güvenliği sağlama konusunda yükümlü olduğu için belli bir tedbir almaya çalışıyor. Günü kurtarmak için. Tedbire rağmen tabii ki taştı mesele. Ama ileri bir noktaya taşınması çok mümkün değil. Yani bu tepki kendini gösterecek, bütün alarmları çaldıracak, toplum içerisinde ‘biz buradayız, biz varız’ diyecek banliyöler. Tedbirlerle tekrar, normal gündelik hayatta olan o küçük çatışmalara dönülüyor” diyor:
“Ama burada sadece mahallenin gençleri değil, bazı fırsatçılar da var. Kırıp döken, mal kaçırıp satanlar var. Bir de her gösteride ortaya çıkan alternatif, kırıp dökmeye yönelik gruplar da var”.
Cumhurbaşkanının, siyasi partilerin üzerinde, her ne pahasına olursa olsun yatıştırma, diyalog kurma ve tansiyonu düşürme rolünü üstlenirken, bakanlarıyla tam tersi bir politika izlediğini belirten Kokoreff, “’Haydutların şiddeti’, bazen de sorumluluklarını yerine getirmeyen aileler ve ergenler konularını gündeme getirerek sorumluluklarından kaçıyor. Bu klasik bir durum ve birçok Fransız bu stratejiye aldanmaz. Bu nedenle, aşırı sağcılara oynamaktansa ülkeyi sakinleştirmek için güçlü adımlar atmasını bekliyoruz” diyor.
“Bunu ‘yabancı meselesi’ olarak görmek herkesin işine geliyor”
Poyraz, bu sorunun Fransa’daki diğer sorunlarla birlikte ele alınması gerektiğini belirtiyor:
“Sadece göçmenler yok, göçmenlerin çoğu yoksul olduğu için banliyölerdeler. Zengin göçmenler oralarda yaşamıyor ve göçmen olarak da kabul edilmiyorlar zaten.
“Banliyölerde Fransızlar da var. Toplumun dışına itilenler, yoksullar var. ‘Kimse bizimle ilgilenmiyor’ diye düşünüyor, ‘değersiz hissediyorlar’.
“Dolayısıyla bu sorun göçmenleri aşıyor, ekonomik ve sosyal mekanizmayla da alakalı. Ama bunu ‘yabancı meselesi’ olarak görmek herkesin işine geliyor. Bu aşırı sağı da güçlendiriyor.
“Olayın sadece göçmen ve dinsel boyutu görülüyor. Basın da bu yönü öne çıkarıyor. Bu da Fransız milliyetçi kesimin yükselmesine yol açıyor. Ayrıca bu, ekonomik aktörlerin de işine geliyor. Çünkü bu şekilde birçok sorunun ustu örtülebiliyor, toplumsal dinamikler ve mücadele alanları daraltılıyor.”
Kokoreff da sağın bu sayede güçlenme ihtimalinin endişe verici olduğunu söylüyor:
“Polis reformunu ciddi bir şekilde ele alarak halkla ilişkileri ve güveni yeniden tesis etmek gerekiyor. Ancak polis kurumu ve devlet, statükonun korunmasını tercih eder. Bu tehlikeli bir durumdur ve uzun vadede sürdürülemez olduğu düşünülebilir.”
KAYNAK: BBC TÜRKÇE – GÜNCE AKPAMUK